
Bu İşin Bir Adını Koyalım

16. ve 18. yüzyıllar arasında Dünya’yı saran merkantilist fırtına, Trump’ın gümrük vergilerini artırmasıyla canlanmaya yüz tutuyor. AB ve Çin, Trump’ın açıklamalarını izleyen günlerde ABD’nin gümrük duvarlarına paralel uygulama planlarını deklare ettiler.
Elbette her ülkenin bu ve benzeri politikalara karşı verdiği tepki farklı dozlarda olacaktır.
Tarihe göz attığımızda, bir zamanların yayılmacı gücü İspanya’da, dışarıdan getirdiği değerli madenler nedeniyle ciddi bir enflasyon yaşandığı ama mesela Avrupa’nın bir bölümünde de gümrük kontrolü ve kamu maliyesinin güçlenmesi temelli Kameralist* tepkilerle karşılaşıldığını görebiliyoruz.
Trump, Dünya’yı Yeni Merkantilizm’e Çağırıyor yazısına devam et
Yapay zekâya sorulduğunda, Türk dizilerinin ihracat geliri 2023 yılı için 600 Milyon Dolar olarak raporlanmış görünüyor. 2008 yılını başlangıç kabul edersek, bir sektörde ihracatın 15 yılda 60 katına çıkması büyük bir başarıdır.
Türkiye Dizi Sektörü ile Nasıl Bir Hikâye İhraç Ediyor? yazısına devam et
Türkiye’de iç tedarik oranının artırılması ile başlayan yolculuk, tam üretime doğru evrildi. Bugün Türk Savunma Sanayi’nde ihracat, kümelenme, yeni ürün konsepti konuşuluyor. Ekonomik koşullar, bölgedeki gelişmeler ve genişleyen ürün gamının kesişim kümesinde yeni bir kavrama ihtiyaç var.
Türkiye’nin ekonomik şartları için ihracata dayalı büyüme hâlâ en güçlü seçenek. Dış açık ve döviz ihtiyacı farklı seviyelerde hep gündemde olacaktır.
Yıkılan Ortadoğu’nun yeniden inşası ve buradaki milletlerin “gerçek” birer devlet sahibi yapılması gerekiyor. İnşaat konusundaki birikiminin yanı sıra Türk ordusunun dış tecrübeleri, Ortadoğu halklarını devletli milletler hâline getirme çabasının tam ortasında duruyor. Orduları yeniden kurulan, terör örgütleriyle mücadele etmek zorunda kalan toplumlar, asimetrik savaş konusunda Türkiye’nin engin tecrübesinden yararlanabilir.
Bölge ihtiyaçlarına uyumlu üretim yapısı, savunma sanayi ürünlerinin konsepti itibariyle de Türkiye’nin rolünü baskın hâle getirebilir.
Uğur Dündar, Banka ve Ekonomik Yorumlar Aylık Dergi, Nisan 1999, ss. 59-64.
Günümüz Türkiye’sinde çeşitli şekillerde gündeme gelen savunma koşulları ve savaş ihtimalleri, genellikle siyasi boyut ve sonuçları ile ele alınmaktadır. Ancak güvenlik riskleri ve özellikle savaş, toplumsal hayatın tümü üzerinde etkili olmakta, öncelikle ekonomik ilişkileri topyekûn değişikliğe uğratmaktadır.
Güvenlik tehditlerinin değerlendirilerek, çatışma olasılıklarına karşı alınabilecek ekonomik tedbirleri saptamak için, ulusal ve uluslararası ekonomik sistem ile savaş ve barışın iktisadi referanslar arasındaki etkileşimin, bir kez de “milli güvenlik” penceresinden bakılarak yorumlanması, modelin genelde çevre ülkeleri, özelde de Türkiye için koşullandırdığı yeni ekonomik durumun anlaşılmasına katkıda bulunacaktır.
Dünya Ekonomisi: “Savaş ve Barış”
Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra Dünya ekonomisinin önde gelen gelişmiş ekonomilerinde savunma hizmetine verilen göreli önem azalmıştır. Soğuk savaşın sona ermesi ile merkez ülkeler için ortadan kalkan savunma riski, çevre ülkelerde bölgesel savaşlar ve iç çatışmalar mecrasına kaymış, savunma araçlarına olan talep, gelişmiş ülkelerde gelirin fonksiyonuna dönüşürken, azgelişmiş (AGÜ) ve gelişmekte olan (GOÜ) devletlerin güvenlik harcamaları, riskin fonksiyonu olma niteliğini korumaya devam edince, çatışma anlayışının gerektirdiği yüksek teknoloji savunma ürünleri, daha çok, üretildiği saha dışındaki çevre ülkelerce tüketilmeye başlanmıştır. Ulusal güvenliğe yönelik tehditler var oldukça birikimli olarak artan bu talebe yönlendirilen kıt kaynakların alternatif maliyeti de genellikle sosyal harcamalara yansıyarak, çevre ülkeleri ile gelişmiş ülkeler arasındaki fark derinleşmiştir.
Ancak, düalist yapı, artan harcamalar nedeniyle giderek beşeri kaynaklarını geliştirmekten ve adil dağıtmaktan yoksun kalan çevre ülkelerin iç çatışmalarını ve güvenlik önceliklerini yoğunlaştırıp, tüketim pazarı olarak gerçekleştirecekleri potansiyel etkinlikten de mahrum kalınmasına neden olmuştur. Aynı nedenle, sanayileşmiş ülkeler, çevrenin savunma riski altında bulunmasını kabullenirken, söz konusu risklerin realize olması (savaş) ihtimalini uluslararası barış organları aracılığıyla sınırlandırmaya çalışmakta, bu çaba, savaş sonrası konjonktürü içinde bazı ülkelerin, ulusal kalkınmacılık ya da milliyetçi otoriteryenizmin rotasına girip sistemden çıkma ihtimalini önlemeyi de içermektedir.
Nitekim, son on yılda, Ruanda’dan, Sudan’a, Bosna’dan Kosova’ya, Afganistan’dan Çeçenistan’a, Meksika’ya ve Dünya’nın farklı coğrafyalarına yayılan, hatta Türkiye’yi de kapsayan savaş ve iç çatışmalar, global sistemin güvenlik ve ekonomi mekanizmaların’, bazen Körfez Krizi’nde olduğu gibi maliyetlerin uluslararası paylaşımına, bazen de, bozulan talep yapısının kredi ve yardımlar aracılığıyla ıslah edilmesini sağlayan kurumsal düzenlemelere zorlamıştır.
Savunma İçin(de) Ekonomik Denge
Gelişmekte olan pazarların savunma koşullarına verilen önem, blokların dağılmasını izleyen dönemde hızlanan uluslararası para-sermaye hareketleriyle bir kat daha artmıştır. Barış varsayımlı ekonomi dizaynı, dış tasarrufa ihtiyacı olan GOÜ pazarlarının fon talebi konjonktürünü, sanayileşmiş ülkelerin sermaye arzı fazlasıyla birleştirmiş, bu sürecin etkinliği, bilgi teknolojisindeki ilerlemelerin mali sermayenin akışkanlığı lehine kullanılması sonucunda daha da güçlenmiştir.
Savunma koşulları-sermaye hareketleri ilişkisinin bu şekilde yorumlanması Yeni Dünya’da savunma risklerinin global sermaye ve çevre ülkeler açısından hangi sonuçlara gebe olacağı hakkında ipuçları vermektedir. Zira, olası bir çatışma veya savaş durumunda,
a) global para-sermayenin dolaşım sınırları daralacak ve bu süreç çok hızlı olacaktır,
b) bir sonraki aşamada, yani çatışmayı izleyen dönemde, sözü edilen sermaye, ters yönde fakat aynı hız ve koşullarda hareket etmeyecek, savaşa muhatap olan ülkelerde ülke riskinin artması nedeniyle uzun dönemli maliyet artışları ve fon kayıplar, başlayabilecektir.
Bu olasılığın bertaraf edilmesinin tek yolu ise (özellikle Türkiye gibi iç piyasayı ve kamu açıklarını dış borç ile çeviren ülkelerde), henüz barış döneminde ulusal para ve tasarruf politikalarının gücendirilmesidir. (Türkiye örneğinde, mali riskin minimize edilmesi, ancak KKBG’nin sürdürülebilir bir düzeye indirilerek, ülke kaynaklarının önemli bir kısmının kamu açıklarının finansmanına yönelmesine sınırlama getirilmesi ile mümkün olacaktır. Bu durum, faiz oranlarını makul seviyelere çekerek sermaye piyasasına kanalize olan fon arzını artıracak, aynı zamanda kredi kurumlarının reel ekonomiye aktaracakları kaynakları çoğaltabilecektir. Zira bankalar sisteminin iç piyasada pahalı hale gelen TL’den uzaklaşarak, dövizle borçlanma yoluna gitmeleri, mali yapılarının bozulmasına, mali sektördeki dalgalanmalar da ülke riskinin artarak, dış sermaye ve yatırımlarda kayıplara yol açmaktadır.)
Savaşın Finansmanında “Dünden Sonra, Yarından Önce”
20. Yüzyıl boyunca meydana gelen savaşlar ile günümüz çatışmaları karşılaştırıldığında, ekonomik programları etkileyen önemli farklar görülmektedir. Zira geçmiş dönemlerin uzun süreli harp konsepti, savaşın öncesinde, savaş sırasında ve harpten sonra ayrı ayrı ekonomi politikalarının planlanıp uygulanmasına olanak verecek genişlikte bir zaman aralığına sahipti(1). Teknoloji kullanımının göreli olarak düşük, maliyetin ve imha gücünün daha az olduğu savaşların uzun süre devam etmiş olması doğaldı. Bugün ise yüzyıl başında “topyekûn savaş” ve “seferberlik” ortamında oluşan savaş hali, değişerek “savaş anı” ile “esneklik” değerlerine yönelmiş, ekonomik önlemler ise “intibak maliyetinin minimuma indirilmesi ile savaş ve çatışma etkilerinin hızla tasfiye edilebilmesi için gereken hukuki ve örgütsel “form”a sahip olunması kavramını hedef almışlardır.
Dünya Savaşları’nda uygulanan iktisat politikalarının diğer bir karakteristik özelliği ve bugünün harp ekonomisi politikalarına göre önemli bir farkı, politikaları belirlemek, icra safhasını yönlendirmek ve sonuçlarını izlemek üzere özel teşkilatların kurulmuş, savaştan yıllar önce gerekli yasal ve ekonomik düzenlemelerin tamamlanmış olmasıydı(2). Çünkü ileri teknoloji öncesi savaş ortamı, zamana bağlı olduğundan, halkın iaşesi, fiyat, kambiyo ve dış ticaret kontrolleri, üretimin ve tüketim hacminin denetim altında tutulması ile geniş bir ordunun ihtiyaçlarının giderilmesi özel önem taşımaktaydı. Bugünün anlık çatışma ortamı, yiyecek maddeleri üretimi, dağıtımı ve saklanması ile ilgili koşulların iyileşmesi, güvenlik için istihdam edilen personel sayısındaki azalma, acil finansman ihtiyaçlarının sağlanması için mevcut bulunan ulusal ve uluslararası piyasa imkânları, geçmişte uygulanmasına ihtiyaç duyulan tedbirlerin en azından çoğuna gerek kalmadığını göstermektedir.
Öte yandan, Dünya Savaşları’nda yürütülen finansman programları tüm ülkeler bazında değerlendirildiğinde, 2. Dünya Savaşı’nın ilkine oranla borçlanma yerine daha çok vergi ile finanse edildiği, bu ülkelerden de vergilendirmeye ağırlık verenlerin borçlananlara göre daha başarılı oldukları görülmektedir(3). Günümüz ekonomik yapısında ise, savaşın başlangıcı ile sonu arasındaki safhada çoğu kez yeni bir vergi grubunun uygulamaya konmasının mümkün alamayacağı, ancak mevcut vergiler içerisinde oran, istisna ve bağışıklık değişiklikleri yoluyla hasılat artışı sağlanabileceği görülmektedir. Keza, gelirden ve servetten alınan vergilerin matrahlarında veya mükellef sayılarındaki artışlar, bu gelir türlerindeki vergilerin tahsil edilmesi ile gelirin oluşması arasındaki zaman farkı nedeniyle kısa sürede etkili olamayacaktır. Bu nedenle, savunma tehdidi altındaki GOO’ler ile AGÜlerin barış dönemindeki vergi yapıların-da, gelir ve servetten alın / vergiler yerine, dolaylı vergilerin ağırlığı, kısa süreli savaş ve çatışmalarda finansman başarısının sağlanması açısından önem taşımaktadır.
Yüzyılın ilk yarısında yaşanan savaşlar sırasında, gelir ve tüketim yapısının değişmesi ise savaş ekonomilerinin zorunlu ortak noktasıydı. Bu değişiklikler bazı kısıtlamalara ihtiyaç göstermekte, denetim amacıyla kurulacak bir organizasyon, koltuk kuvveti ve özel mahkemeleri gerektirmekteydi. Bu yolla yapılan denetimler uzun süre devam ettiğinde halk ile devlet arasındaki mesafenin açılmasına neden oluyor, karaborsa fiyatları ile ticari sermayede önemli artışlara sebebiyet veriyordu. Savaşlar sırasında, rant kollama faaliyetleri ile baskı gruplarının çalışmaları, dolaylı transferleri artırıp refah transferini azaltarak, gelir dağılımında sabit ve dar gelirliler aleyhine gelişmelere yol açıyordu. Zira gelir dağılımındaki ani değişiklikler bazı ülkelerin savaş sırasında ve savaşı takip eden dönemde ağır servet vergisi mükellefiyetleri ile iktisat politikalarında düzenlemeci tedbirler getirmelerini zorunlu kılmıştır(5). Bugünün kısa süreli çatışma anlamında ise;
a) dışa açık ekonomik yapı nedeniyle aşırı fiyat hareketleri kalıcı olamamakta,
b) uluslararası anlaşmalar gereği teşvik ve transferler sınırlandırılmakta,
c) spekülatif faaliyetler ticari sermayeden çok mali sermaye alanında cereyan etmekte, bu sahada da “şeffaflık” ile “kamuoyunu aydınlatma” ilkeleri etkili olmaktadır.
Savaşların finansmanı ile ilgili deneyimler, barış dönemi iktisadi yapılarının, “savaşın yeniden kurucu özelliği”nin, “savaş sonrası iktisadi büyüme” dinamiğine dönüştürülebilmesi için de etkili olduğunu göstermektedir. Nitekim kurucu konjonktürün içe dönük ve ithal ikameci bir süreci kurumsallaştırmaması, çatışmadan önceki iktisat politikalarının makul bir sosyal politika çizgisinde yürütülüyor olması ile mümkün olabilecektir.
Ancak, savaş ve barışın iktisadi referanslarındaki tüm değişikliklere rağmen, savaş sırasında alınacak ekonomik tedbirlerin başarısının barış dönemindeki iktisadi dinamiklere sıkı sıkıya bağlı olduğu düşüncesi, günümüz ekonomilerinde uygulanması mümkün olan savaş ekonomileri karakterinin barış dönemindeki bir iktisadi yapıya göre daha merkeziyetçi ve otarşist olacağı gerçeğini gölgelememelidir. Bu nedenle ulusal ekonomi henüz barış döneminde iken olası bir çatışma sırasında iktisadi kaynakların topyekûn belirli bir amaca yönlendirilmeleri için gereken alternatifli kaynak-harcama modellerinin varlığına ihtiyaç bulunmakta, var olan programların da “tahsisat” anlayışının dışında, mevcut ve potansiyel vergi yükü, borçlanma kaynakları, üretim, tüketim ve gelir dağılımı projeksiyonları ile yeniden ele alınmasına gerek duyulmaktadır. Zira bu çalışmaların altyapısı olarak kullanılacak iktisadi verilerin her an hazır, tam ve doğru olması, istatistik çalışmaların çatışma koşullarına uyumlaştırılabilirliği de özel önem arz etmektedir.
DİPNOTLAR
KAYNAKLAR
Bütçe Gider ve Gelir Gerçekleşmeleri (1924-1991), Maliye Bakanlığı, 1992. Değinmelerle Yeni Dünya Düzeni, Ergin Yıldızoğlu, Görüş, sayı 19 (Şubat –Mart 1995), ss. 34-47. Harp Ekonomisi Konferans Notları, milli Savunma Bakanlığı. Harp Ekonomisi, Derleyen: Harp Akademileri Komutanlığı, 1985. Harp Ekonomisi, Seyfi Kurtbek, İnsel Kitabevi, 1942. Harp Zamanında devletin Ekonomiye Müdahalesi, Feridun Ergin, Cumhuriyet Matbaası, 1943. Kamu Harcamaları rehberi, International Monetary Fond (IMF), Çev. Doğan Cansızlar, Maliye Bakanlığı, 1995/2. Kurtuluş savaşının mali kaynakları, Alptekin Müderrisoğlu, Maliye Bakanlığı Tetkik Kurulu, 1974/162. Maliye Dergisi Atatürk Özel sayısı, maliye Bakanlığı, 1981. Milli Güvenlik ve Ekonomide Değişimi Kavramak, Uğur Dündar, maliye Yazıları, Sayı 56 (Temmuz-Eylül 1997), ss.11-20. Nazizm Dönemi Alman Ekonomisi, Charles Bettelheim, Savaş yayınları, 1. Bs. , 1982. Savaş Sanatı Tarihi, John Kegan, Bilgin Yayıncılık, 1995.
ABD’deki seçimler sonrası için olası ekonomik etkiler belirginleşiyor. Trump’ın hareket alanı çok geniş değil ama şu üç konuda aksiyon alacağı anlaşılıyor:
Yukarıdaki olası girişimlerden en önemlisi, ilk madde olmalı. Trump, Avrupa ve Çin menşeli ürünlere tarife engelleri koyarsa ABD ekonomisinin girdi maliyetlerinde yükseliş görülecek. Engel konulan ekonomilerle ABD ekonomisi arasındaki ticaret hacmi azalacak. ABD’de maliyetler ve fiyatlar artacak.
Kendisine engel konulan ekonomi yönetimlerinin elleri de armut toplamayacağına göre, onların da gümrük maliyetlerini artıracağı aşikâr. Sonuçta Dünya dış ticaret hacminin azalacağı anlaşılıyor. Geliri azalan çekirdek ekonomilerde yerli üreticilerin rekabet baskısından uzaklaşıp, fiyat artışına gideceklerini düşünmek de pek yanlış olmaz.
Netice itibariyle dış ticaret serbestisinin ve rekabetin Dünya ekonomisine sağladığı faydalar nelerse, bunların belirli oranlarda ortadan kalkması; kayıpları söz konusu olacak, diyebiliriz.
Türkiye ekonomisi bakımından, özellikle Avrupa ekonomilerindeki ABD kaynaklı daralma etkili olacaktır. İhracat pazarlarındaki daralma, dış ticaretimizi olumsuz etkileyecektir. Dolayısıyla büyüme tahminlerini revize etmek gerekecektir.
Avrupa pazarındaki daralma ve işsizlik, AB ülkelerinin göçmen politikalarını da doğrudan veya dolaylı etkilemeye devam edecektir.
İşsizlik, Trump’la başlayıp Dünya’ya yayılan radikal siyasetçi tipinin iktidara gelmesini, konjonktürel olmaktan çıkarıp yapısallaştıracaktır. İçe kapanan Dünya ekonomileri her zaman aykırı ve aşırılıkçı siyasi tercihleri beraberinde getirmiştir.
Döviz kuru, bugünkü Türkiye ekonomisi için faiz haddi ile birlikte önemli bir çıpa haline geldi. Yukarıda sayılan nedenlerle döviz kurunun nasıl seyredeceğini de öngörmeye çalışmak gerekir.
ABD piyasalarının Trump’ın seçilmesine verdiği tepki hem Dolar Endeksi’nin hem de borsanın değerlenmesi biçiminde ortaya çıktı. Öte yandan FED, aynı gün faiz indirimine devam kararı aldı. Bu bağlamda, Türkiye ekonomisinin politika senaryosunu gözden geçirmesi gerektiğini düşünüyorum.
Trump, faiz indirimlerinden yana bir tavır sergilemeye devam ediyor. Gelişmekte olan ülkelere fon akımının devamı ve artması şeklinde ortaya çıkacak faiz düşüşü ilk bakışta Dolar’da bir değer kaybına işaret ediyordu. Trump’ın yerli yatırımı destekleyen kararlarıyla birlikte değerlendirildiğinde ise Dolar artık öncelikle finansal bir enstrüman olmanın yanında reel ekonominin dönüşümü için efektif (fiziki) olarak daha çok talep edilen bir araç haline de gelebilir. Efektif Dolar ihtiyacı, döviz cinsinden Dolar ihtiyacının önüne geçmese de Dolar’ı daha değerli kılmaya yetecektir.
Bu bakımdan, Türkiye’deki faiz indiriminin zamanlamasını dikkatle yeniden masaya yatırmak gerekebilir.
Avrupa’da reel sektörün zorlandığı, doğrudan yatırımları desteklemeyen bir atmosfer olduğu düşünüldüğünde, Euro’da değer kayıplarını görmek zor değil. Bu bakımdan, ithalatı kolaylaştıran, ihracatın zorlaştığı bir ekonomik yapıyla karşı karşıya kalacağız demektir.
Özetle, döviz kurları bakımından bir çelişkinin ipuçları gözlemleniyor. İthal maliyeti Dolar değerine; ihraç pazarları Euro’nun değerine; Avrupa pazarının canlılığına bağlı olan Türkiye ekonomisi, reel piyasaları ile finansal piyasaların birbirinin aleyhine çalıştığı ilginç bir döneme daha girebilir.
Ne yapmalı?
Türkiye’de enflasyondaki düşüş ile döviz kurundaki değerlenme, bir süredir eşgüdümlü olarak yönetiliyor. Döviz kurunun gerçekleşen enflasyonun biraz altında değerlenmesine izin veriliyor. Bu süreçte hem kur kaynaklı enflasyon kontrol altında tutuluyor hem de resmi rezervler güçlendiriliyor.
Yukarıdaki şartlara bakılırsa, enflasyondaki kronikleşme giderildikçe, döviz kurunun yükselmesine izin vermek gerekecek. Yoksa tüketim, bu defa da ithal girdilerin göreli ucuzlaması nedeniyle yükselecek demektir. İçeride sanayi üretimini ve alt-orta düzeydeki yerli ürün tüketicisini sübvanse etmekte yarar var. Bunun yolu da asgari ücretin finansmanında devletin ön almasından geçiyor.
Trump sonrası senaryolar maalesef Türkiye ekonomisi için olumlu bir görünüm sunmuyor. Tartışmalar ‘kur’ ekseninde yoğunlaşacağı için, Trump’ın fiilen iş başına geçeceği kalan iki aylık sürede, yani döviz henüz öngörülebilir durumdayken şu hususlara odaklanmakta yarar var:
VIII. Henry Katolik’ti. Karısından boşanmak için altı yıl çaba gösterdi. Mezhebinin koyduğu engeli aşamadı; Vatikan’la sorunlar yaşadı. Sonunda Anglikan Kilisesi’ni kurdu ve evliliğinin geçersiz olduğunu ilan etti. Gerçi yeni karısıyla da mutluluğu 3 yıldan uzun sürmedi… Mali açıdan savurgan bir yönetimi vardı. Mezhep değiştirmek de kraliyet ailesini düze çıkarmaya yetmedi.
Türkiye ekonomisinde, faizle enflasyon arasındaki nedensellik bağının yeniden yorumlanması denendi. Adına ‘epistemolojik kopuş’ veya ‘heterodoks ekonomi’ modeli dendi.. Ekzajere edilmemesi için olsa gerek, biraz daha genişletilip ‘Türkiye Modeli’ olarak revize edildi. Ortodoks ekonomi anlayışının cevaz vermediği yeni yorum önce heterodoksiye oradan da ultra-ortodoksluğa dönünce, bu deneyden öngörülmeyen bir sonuç çıkmış oldu: Ekonomi politikasında yaklaşımlar lineer değil dairesel şekilde evrilir. Sürekli ters yöne giderseniz başladığınız noktaya dönerseniz. Hatta hızlı bir çıkış momentumu, başlangıçtan daha ileriye taşıyabilir!
Adam Smith’in ‘Milletlerin Zenginliği’ (https://tr.wikipedia.org/wiki/Uluslar%C4%B1n_Zenginli%C4%9Fi) kitabı liberal ekonomi teorisinin önemli referanslarından biri. Hala atıf yapılan bir kült kitap. Çin menşeli otomobillere ek vergi getirilmesinden sonra bir ‘yanlış okuma’ kurbanı vakasıyla daha karşı karşıyayız diye düşündüm.
A.Smith’in mikro ekonomiye ilişkin önermelerinden başka, uluslararası iktisatla ilgili söyledikleri de kıymetli aslında. Uluslararası serbest ticaretteki kısıtlamaların bulunmadığı bir dünyada, ticarete taraf olan tüm milletlerin zenginlikten nasibini alacağını yazıyor. Şahsen katıldığım bu görüş, her ne hikmetse, uluslararası ticaret hadlerinin merkez ekonomiler lehine olmadığı hallerde geçerli kabul edilmiyormuş! Ba(ğ)zı Milletlerin Zenginliği… yazısına devam et
Yeni vergi önerilerinin ortaya atılması, ekonomik kriz dönemlerinde sık rastlanan bir olgudur. Türkiye’de son yıllarda en fazla dile getirilen yeni veya ek vergi önerileri gayrimenkulle ilgili olanlardı. ‘Birden fazla konutu olanlardan alınacak ek vergi’, ‘gayrimenkul değer artışından alınacak ek vergi’ vb. Konu mali piyasalardan elde edilen gelirler olduğunda ise KKM’ye tanınan avantajın kaldırılması, mevduattaki stopajın oranı tartışmalarının dışında pek bir hareket görülmedi.
Son öneri, borsada alım-satım üzerinden alınması tasarlanan ‘işlem vergisi’ niteliğinde bir vergileme teşebbüsüydü. Geçmişte gelişmekte olan ülkelerde ‘carry trade’in zararlarını minimize etmek için gündeme gelmişti.
Yanlış hatırlamıyorsam Brezilya’ya yönelik fon akımlarıyla ilgil olarak kullanılmıştı: Çok düşük oranlı, borsadan kazanılan gelir üzerinden değil de yapılan işlem tutarı üzerinden alınan bir vergi türü (https://tr.wikipedia.org/wiki/Tobin_vergisi).
Türkiye’ye yönelik fon akımlarının desteklendiği bir dönemde gündeme getirilmesi ilginç. Türkiye ekonomisinin risk primi henüz GOÜ’lerin ortalamasının üzerinde. CDS alternatif ülkelerle aynı seviyeyi görmeden, yani işler düzelmeden, ancak sembolik bir gelir getirebilecek bir vergi ihdas edilmeli mi, tartışılır (https://tr.investing.com/rates-bonds/turkey-cds-5-year-usd)
Gelir dağılımının bu denli dramatik bir biçimde bozulduğu, kamu açıklarının böyle arttığı bir dönemde, aynı anda sermaye girişine ihtiyaç duyulması, mali piyasalara yönelik vergileme teşebbüslerini akim kılıyor. Carry trade sürecinin içinde “atılan taşın ürkütülen kurbağaya değmemesi” sorunu dikkate değer. Zira, Tobin Vergisi öncelikle gelir amaçlı bir vergi türü değil.
Türkiye’de bu tür teşebbüsler genelde yeni vergi mükellefleri veya yeni vergi ihdası yoluyla değil daha çok -maliyeci tabiriyle- ‘kümesteki kazlara’ yönelik oran artışlarıyla sonlanır.
Olağan şüphe, Gelir ve Kurumlar Vergileri’nde olası bir asgari tutarın, oranın belirlenmesidir. Bir dönem uygulanan ve çok şikayet edilen Hayat Standardı Esası benzeri çalışmalar farklı şekilleriyle gündeme gelebilecektir. Kurumlar Vergisi’nde ise ciro ile matrah arasında kurulabilecek bir oran/orantı hesabı beklenebilir.
Sözün özü: Yapılırsa yanlış olur.
Türkçenin ilginç deyimlerinden biri de “taburcu” olmak. Hastaneden çıkabilecek kadar iyileşebilmiş, tedavisi kısmen veya tamamen tamamlanmış hastalar için kullanılageliyor. Türkiye’de hastaneler ilk defa askerî amaçla kurulduğundan, kelimenin çıkış noktası cihet-i askeriyeden… Hastamız iyileşti; artık revirden çıkıp tabura dönebilecek, görevlerini yerine getirebilecek durumdadır anlamında…
Memleketimizin ekonomisi söz konusu olduğunda “taburcu” olmak, istikrara kavuşmak anlamında düşünülebileceği gibi etrafımızdaki ateş halkasına bakılırsa aynı zamanda “savaşa hazır olmak” manasında da kullanılabilir.
Türkiye ekonomisi ‘taburcu’ olabilecek mi ? yazısına devam et