Kategori arşivi: Makro Ekonomi

Yeni Dünya’da Savunma Koşulları ve Çatışma Olasılıklarının Ekonomik Boyutları

Uğur Dündar, Banka ve Ekonomik Yorumlar Aylık Dergi, Nisan 1999, ss. 59-64.

Günümüz Türkiye’sinde çeşitli şekillerde gündeme gelen savunma koşulları ve savaş ihtimal­leri, genellikle siyasi boyut ve so­nuçları ile ele alınmaktadır. Ancak güvenlik riskleri ve özellikle savaş, toplumsal hayatın tümü üzerinde etkili olmakta, öncelikle ekonomik ilişkileri topyekûn değişikliğe uğrat­maktadır.

Güvenlik tehditlerinin değerlen­dirilerek, çatışma olasılıklarına karşı alınabilecek ekonomik tedbirleri saptamak için, ulusal ve uluslarara­sı ekonomik sistem ile savaş ve ba­rışın iktisadi referanslar arasındaki etkileşimin, bir kez de “milli güven­lik” penceresinden bakılarak yorumlanması, modelin genelde çev­re ülkeleri, özelde de Türkiye için koşullandırdığı yeni ekonomik duru­mun anlaşılmasına katkıda buluna­caktır.

Dünya Ekonomisi: “Savaş ve Barış”

Varşova Paktı’nın dağılmasın­dan sonra Dünya ekonomisinin ön­de gelen gelişmiş ekonomilerinde savunma hizmetine verilen göreli önem azalmıştır. Soğuk savaşın so­na ermesi ile merkez ülkeler için or­tadan kalkan savunma riski, çevre ülkelerde bölgesel savaşlar ve iç çatışmalar mecrasına kaymış, sa­vunma araçlarına olan talep, geliş­miş ülkelerde gelirin fonksiyonuna dönüşürken, azgelişmiş (AGÜ) ve gelişmekte olan (GOÜ) devletlerin güvenlik harcamaları, riskin fonksi­yonu olma niteliğini korumaya de­vam edince, çatışma anlayışının ge­rektirdiği yüksek teknoloji savunma ürünleri, daha çok, üretildiği saha dışındaki çevre ülkelerce tüketilme­ye başlanmıştır. Ulusal güvenliğe yönelik tehditler var oldukça birikimli olarak artan bu talebe yönlendirilen kıt kaynakların alternatif maliyeti de genellikle sosyal harcamalara yan­sıyarak, çevre ülkeleri ile gelişmiş ülkeler arasındaki fark derinleşmiş­tir.

Ancak, düalist yapı, artan har­camalar nedeniyle giderek beşeri kaynaklarını geliştirmekten ve adil dağıtmaktan yoksun kalan çevre ül­kelerin iç çatışmalarını ve güvenlik önceliklerini yoğunlaştırıp, tüketim pazarı olarak gerçekleştirecekleri potansiyel etkinlikten de mahrum kalınmasına neden olmuştur. Aynı nedenle, sanayileşmiş ülkeler, çev­renin savunma riski altında bulun­masını kabullenirken, söz konusu risklerin realize olması (savaş) ihti­malini uluslararası barış organları aracılığıyla sınırlandırmaya çalış­makta, bu çaba, savaş sonrası kon­jonktürü içinde bazı ülkelerin, ulusal kalkınmacılık ya da milliyetçi otori­teryenizmin rotasına girip sistem­den çıkma ihtimalini önlemeyi de içermektedir.

Nitekim, son on yılda, Ruan­da’dan, Sudan’a, Bosna’dan Koso­va’ya, Afganistan’dan Çeçenistan’a, Meksika’ya ve Dünya’nın farklı coğ­rafyalarına yayılan, hatta Türkiye’yi de kapsayan savaş ve iç çatışmalar, global sistemin güvenlik ve ekono­mi mekanizmaların’, bazen Körfez Krizi’nde olduğu gibi maliyetlerin uluslararası paylaşımına, bazen de, bozulan talep yapısının kredi ve yar­dımlar aracılığıyla ıslah edilmesini sağlayan kurumsal düzenlemelere zorlamıştır.

Savunma İçin(de) Ekonomik Denge

Gelişmekte olan pazarların sa­vunma koşullarına verilen önem, blokların dağılmasını izleyen dö­nemde hızlanan uluslararası pa­ra-sermaye hareketleriyle bir kat da­ha artmıştır. Barış varsayımlı ekono­mi dizaynı, dış tasarrufa ihtiyacı olan GOÜ pazarlarının fon talebi konjonktürünü, sanayileşmiş ülkele­rin sermaye arzı fazlasıyla birleştir­miş, bu sürecin etkinliği, bilgi tekno­lojisindeki ilerlemelerin mali serma­yenin akışkanlığı lehine kullanılması sonucunda daha da güçlenmiştir.

Savunma koşulları-sermaye ha­reketleri ilişkisinin bu şekilde yo­rumlanması Yeni Dünya’da savun­ma risklerinin global sermaye ve çevre ülkeler açısından hangi so­nuçlara gebe olacağı hakkında ipuçları vermektedir. Zira, olası bir çatışma veya savaş durumunda,

a) global para-sermayenin dolaşım sı­nırları daralacak ve bu süreç çok hızlı olacaktır,

b) bir sonraki aşama­da, yani çatışmayı izleyen dönem­de, sözü edilen sermaye, ters yönde fakat aynı hız ve koşullarda ha­reket etmeyecek, savaşa muhatap olan ülkelerde ülke riskinin artması nedeniyle uzun dönemli maliyet ar­tışları ve fon kayıplar, başlayabile­cektir.

Bu olasılığın bertaraf edilme­sinin tek yolu ise (özellikle Türkiye gibi iç piyasayı ve kamu açıklarını dış borç ile çeviren ülkelerde), he­nüz barış döneminde ulusal para ve tasarruf politikalarının gücendirilmesidir. (Türkiye örneğinde, mali riskin minimize edilmesi, ancak KKBG’nin sürdürülebilir bir düzeye indirilerek, ülke kaynaklarının önemli bir kısmının kamu açıklarının finansmanına yönelmesine sınırla­ma getirilmesi ile mümkün olacak­tır. Bu durum, faiz oranlarını makul seviyelere çekerek sermaye piyasa­sına kanalize olan fon arzını artıra­cak, aynı zamanda kredi kurumları­nın reel ekonomiye aktaracakları kaynakları çoğaltabilecektir. Zira bankalar sisteminin iç piyasada pahalı hale gelen TL’den uzaklaşarak, dövizle borçlanma yoluna git­meleri, mali yapılarının bozulması­na, mali sektördeki dalgalanmalar da ülke riskinin artarak, dış serma­ye ve yatırımlarda kayıplara yol aç­maktadır.)

Savaşın Finansmanında “Dünden Sonra, Yarından Önce”

20. Yüzyıl boyunca meydana gelen savaşlar ile günümüz çatış­maları karşılaştırıldığında, ekonomik programları etkileyen önemli farklar görülmektedir. Zira geçmiş dönemlerin uzun süreli harp konsepti, sa­vaşın öncesinde, savaş sırasında ve harpten sonra ayrı ayrı ekonomi po­litikalarının planlanıp uygulanması­na olanak verecek genişlikte bir za­man aralığına sahipti(1). Teknoloji kullanımının göreli olarak düşük, maliyetin ve imha gücünün daha az olduğu savaşların uzun süre devam etmiş olması doğaldı. Bugün ise yüzyıl başında “topyekûn savaş” ve “seferberlik” ortamında oluşan sa­vaş hali, değişerek “savaş anı” ile “esneklik” değerlerine yönelmiş, ekonomik önlemler ise “intibak maliyetinin minimuma indirilmesi ile savaş ve çatışma etkilerinin hızla tasfiye edilebilmesi için gereken hu­kuki ve örgütsel “form”a sahip olun­ması kavramını hedef almışlardır.

Dünya Savaşları’nda uygula­nan iktisat politikalarının diğer bir karakteristik özelliği ve bugünün harp ekonomisi politikalarına göre önemli bir farkı, politikaları belirle­mek, icra safhasını yönlendirmek ve sonuçlarını izlemek üzere özel teş­kilatların kurulmuş, savaştan yıllar önce gerekli yasal ve ekonomik dü­zenlemelerin tamamlanmış olmasıy­dı(2). Çünkü ileri teknoloji öncesi savaş ortamı, zamana bağlı oldu­ğundan, halkın iaşesi, fiyat, kambi­yo ve dış ticaret kontrolleri, üretimin ve tüketim hacminin denetim altın­da tutulması ile geniş bir ordunun ihtiyaçlarının giderilmesi özel önem taşımaktaydı. Bugünün anlık çatışma ortamı, yiyecek maddeleri üreti­mi, dağıtımı ve saklanması ile ilgili koşulların iyileşmesi, güvenlik için istihdam edilen personel sayısında­ki azalma, acil finansman ihtiyaçla­rının sağlanması için mevcut bulu­nan ulusal ve uluslararası piyasa imkânları, geçmişte uygulanmasına ihtiyaç duyulan tedbirlerin en azın­dan çoğuna gerek kalmadığını göstermektedir.

Öte yandan, Dünya Savaşla­rı’nda yürütülen finansman prog­ramları tüm ülkeler bazında değer­lendirildiğinde, 2. Dünya Savaşı’nın ilkine oranla borçlanma yerine da­ha çok vergi ile finanse edildiği, bu ülkelerden de vergilendirmeye ağır­lık verenlerin borçlananlara göre daha başarılı oldukları görülmekte­dir(3). Günümüz ekonomik yapısın­da ise, savaşın başlangıcı ile sonu arasındaki safhada çoğu kez yeni bir vergi grubunun uygulamaya konmasının mümkün alamayacağı, ancak mevcut vergiler içerisinde oran, istisna ve bağışıklık değişiklik­leri yoluyla hasılat artışı sağlanabi­leceği görülmektedir. Keza, gelir­den ve servetten alınan vergilerin matrahlarında veya mükellef sayıla­rındaki artışlar, bu gelir türlerindeki vergilerin tahsil edilmesi ile gelirin oluşması arasındaki zaman farkı nedeniyle kısa sürede etkili olama­yacaktır. Bu nedenle, savunma teh­didi altındaki GOO’ler ile AGÜlerin barış dönemindeki vergi yapıların-da, gelir ve servetten alın / vergiler yerine, dolaylı vergilerin ağırlığı, kısa süreli savaş ve çatışmalarda fi­nansman başarısının sağlanması açısından önem taşımaktadır.

Yüzyılın ilk yarısında yaşanan savaşlar sırasında, gelir ve tüketim yapısının değişmesi ise savaş eko­nomilerinin zorunlu ortak noktasıy­dı. Bu değişiklikler bazı kısıtlamala­ra ihtiyaç göstermekte, denetim amacıyla kurulacak bir organizas­yon, koltuk kuvveti ve özel mahkemeleri gerektirmekteydi. Bu yolla yapılan denetimler uzun süre de­vam ettiğinde halk ile devlet arasın­daki mesafenin açılmasına neden oluyor, karaborsa fiyatları ile ticari sermayede önemli artışlara sebebi­yet veriyordu. Savaşlar sırasında, rant kollama faaliyetleri ile baskı gruplarının çalışmaları, dolaylı transferleri artırıp refah transferini azaltarak, gelir dağılımında sabit ve dar gelirliler aleyhine gelişmelere yol açıyordu. Zira gelir dağılımında­ki ani değişiklikler bazı ülkelerin sa­vaş sırasında ve savaşı takip eden dönemde ağır servet vergisi mükel­lefiyetleri ile iktisat politikalarında düzenlemeci tedbirler getirmelerini zorunlu kılmıştır(5). Bugünün kısa süreli çatışma anlamında ise;

a) dış­a açık ekonomik yapı nedeniyle aşırı fiyat hareketleri kalıcı olama­makta,

b) uluslararası anlaşmalar gereği teşvik ve transferler sınırlan­dırılmakta,

c) spekülatif faaliyetler ti­cari sermayeden çok mali sermaye alanında cereyan etmekte, bu sahada da “şeffaflık” ile “kamuoyunu aydınlatma” ilkeleri etkili olmaktadır.

Savaşların finansmanı ile ilgili deneyimler, barış dönemi iktisadi yapılarının, “savaşın yeniden kurucu özelliği”nin, “savaş sonrası iktisadi büyüme” dinamiğine dönüştürülebilmesi için de etkili olduğunu göstermektedir. Nitekim kurucu konjonktürün içe dönük ve ithal ikameci bir süreci kurumsallaştırmaması, çatışmadan önceki iktisat politikalarının makul bir sosyal politika çizgisinde yürütülüyor olması ile mümkün olabilecektir.

Ancak, savaş ve barışın iktisadi referanslarındaki tüm değişikliklere rağmen, savaş sırasında alınacak ekonomik tedbirlerin başarısının barış dönemindeki iktisadi dinamiklere sıkı sıkıya bağlı olduğu düşüncesi, günümüz ekonomilerinde uygulanması mümkün olan savaş ekonomileri karakterinin barış dönemindeki bir iktisadi yapıya göre daha merkeziyetçi ve otarşist olacağı gerçeğini gölgelememelidir. Bu nedenle ulusal ekonomi henüz barış döneminde iken olası bir çatışma sırasında iktisadi kaynakların topyekûn belirli bir amaca yönlendirilmeleri için gereken alternatifli kaynak-harcama modellerinin varlığına ihtiyaç bulunmakta, var olan programların da “tahsisat” anlayışının dışında, mevcut ve potansiyel vergi yükü, borçlanma kaynakları, üretim, tüketim ve gelir dağılımı projeksiyonları ile yeniden ele alınmasına gerek duyulmaktadır. Zira bu çalışmaların altyapısı olarak kullanılacak iktisadi verilerin her an hazır, tam ve doğru olması, istatistik çalışmaların çatışma koşullarına uyumlaştırılabilirliği de özel önem arz etmektedir.

DİPNOTLAR

  1. Öyle ki; Harpten önceki devrede uygulanan iktisadi tedbirler Milli Savunma Ekonomileri, savaş sırasında uygulananlar Harp Ekonomisi ve savaşı izleyen devredeki iktisat politikaları ise Ekonomik Terhis Tedbirleri olarak isimlendirilir.
  2. İtalya’da hazırlanan 1925 tarihli “Sanayi Seferberlik Planı”, Almanya’nın 1935-1939 tarihleri arasında uyguladığı “Zorunlu Çalışma Takvimi”, ABD’nin 1. Dünya Savaşının hemen ertesinde kabul ettiği “Milli Müdafaa Kanunu” ve bu kanun uygulaması için kurulan “Milli Savunma Müsteşarlığı”, 1942 yılında kurulan “Harp İşçiliği Komisyonları” ile “Harp Üretim Dairesi”, Fransa’nın kabul ettiği “Milletin Harpte Teşkilatlandırılması Kanunu” ve ülkemizde uygulanan “Milli Korunma Kanunu” bu düzenlemelerin en bilinen örneklerindendir.
  3. Örneğin; İngiltere, 1. Dünya Savaşında borçlanma ve emisyona ağırlık verirken, kamu giderlerinin karşılanmasında vergi gelirlerinin payını %20 ile sınırlandırmış, 2. Dünya Savaşında bu oranı %45’e çıkarmıştır. Almanya da ilk savaşın finansmanında tahvil ihracı ile emisyonu tercih edip vergi payını %6’da tutsa da 2. Dünya Savaşının en azından ilk yarısında vergi kaynaklarına başvurmayı tercih etmiştir. 2. Dünya Savışı sırasında ABD’de toplam harcamaların %40’ı vergiler ile finanse edilmiş, savışı kaybeden Japonya’da ise vergi gelirlerinin finansmanındaki oran %11 civarında seyretmiştir.
  4. Harp Divanları, Örfi İdare Mahkemeleri, İstiklal Mahkemeleri, Milli Korunma Mahkemeleri ve İhtisas Mahkemeleri bu amaçla kurulan birkaç mahkeme türü arasında sayılabilir.
  5. Örneğin: 2. Dünya Savaşı sırasında İngiltere’de zorunlu tasarruf sistemi, tüketimin vesika sistemine bağlanması, üretim zararının kadın ve gençlere çalışma yükümlülüğü getirilmesi yoluyla telafisi yöntemleri uygulanmış; Almanya’da ise vesika yönteminin dışında, fiyat, ücret ve döviz kurlarının dondurulmasına karar verilmiş, Japonya’da kadınlar için çalışma zorunluluğu getirilip tüketimi kısıtlayıcı tedbirler alınmıştır. ABD, Almanya, İsveç, Fransa, Japonya, Hollanda, İngiltere, Hindistan, İtalya, Hollanda, Arjantin ve Peru, “Olağanüstü Kazanç Vergileri” uygulaması veya mükellefiyet sınırındaki oranların yükseltilip, istisna ve bağışıklıkların daraltılması yoluyla çeşitli vergi tedbirleri getirmiştir.

KAYNAKLAR

Bütçe Gider ve Gelir Gerçekleşmeleri (1924-1991), Maliye Bakanlığı, 1992.

Değinmelerle Yeni Dünya Düzeni, Ergin Yıldızoğlu, Görüş, sayı 19 (Şubat –Mart 1995), ss. 34-47.

Harp Ekonomisi Konferans Notları, milli Savunma Bakanlığı.

Harp Ekonomisi, Derleyen: Harp Akademileri Komutanlığı, 1985.

Harp Ekonomisi, Seyfi Kurtbek, İnsel Kitabevi, 1942.

Harp Zamanında devletin Ekonomiye Müdahalesi, Feridun Ergin, Cumhuriyet Matbaası, 1943.

Kamu Harcamaları rehberi, International Monetary Fond (IMF), Çev. Doğan Cansızlar, Maliye Bakanlığı, 1995/2.

Kurtuluş savaşının mali kaynakları, Alptekin Müderrisoğlu, Maliye Bakanlığı Tetkik Kurulu, 1974/162.

Maliye Dergisi Atatürk Özel sayısı, maliye Bakanlığı, 1981.

Milli Güvenlik ve Ekonomide Değişimi Kavramak, Uğur Dündar, maliye Yazıları, Sayı 56 (Temmuz-Eylül 1997), ss.11-20.

Nazizm Dönemi Alman Ekonomisi, Charles Bettelheim, Savaş yayınları, 1. Bs. , 1982.

Savaş Sanatı Tarihi, John Kegan, Bilgin Yayıncılık, 1995.

İkinci Trump Döneminde Ekonomik Düzen Nasıl Olacak?

ABD’deki seçimler sonrası için olası ekonomik etkiler belirginleşiyor. Trump’ın hareket alanı çok geniş değil ama şu üç konuda aksiyon alacağı anlaşılıyor:

  1. Gümrük duvarlarını yükseltmek
  2. Göçmen politikalarını sertleştirmek
  3. Ukrayna-Rusya savaşının bitmesi yönünde çaba sarf etmek

Yukarıdaki olası girişimlerden en önemlisi, ilk madde olmalı. Trump, Avrupa ve Çin menşeli ürünlere tarife engelleri koyarsa ABD ekonomisinin girdi maliyetlerinde yükseliş görülecek. Engel konulan ekonomilerle ABD ekonomisi arasındaki ticaret hacmi azalacak. ABD’de maliyetler ve fiyatlar artacak.

Kendisine engel konulan ekonomi yönetimlerinin elleri de armut toplamayacağına göre, onların da gümrük maliyetlerini artıracağı aşikâr. Sonuçta Dünya dış ticaret hacminin azalacağı anlaşılıyor. Geliri azalan çekirdek ekonomilerde yerli üreticilerin rekabet baskısından uzaklaşıp, fiyat artışına gideceklerini düşünmek de pek yanlış olmaz.

Netice itibariyle dış ticaret serbestisinin ve rekabetin Dünya ekonomisine sağladığı faydalar nelerse, bunların belirli oranlarda ortadan kalkması; kayıpları söz konusu olacak, diyebiliriz.

Türkiye ekonomisi bakımından, özellikle Avrupa ekonomilerindeki ABD kaynaklı daralma etkili olacaktır. İhracat pazarlarındaki daralma, dış ticaretimizi olumsuz etkileyecektir. Dolayısıyla büyüme tahminlerini revize etmek gerekecektir.

Avrupa pazarındaki daralma ve işsizlik, AB ülkelerinin göçmen politikalarını da doğrudan veya dolaylı etkilemeye devam edecektir.

İşsizlik, Trump’la başlayıp Dünya’ya yayılan radikal siyasetçi tipinin iktidara gelmesini, konjonktürel olmaktan çıkarıp yapısallaştıracaktır. İçe kapanan Dünya ekonomileri her zaman aykırı ve aşırılıkçı siyasi tercihleri beraberinde getirmiştir.

Döviz kuru, bugünkü Türkiye ekonomisi için faiz haddi ile birlikte önemli bir çıpa haline geldi. Yukarıda sayılan nedenlerle döviz kurunun nasıl seyredeceğini de öngörmeye çalışmak gerekir.

ABD piyasalarının Trump’ın seçilmesine verdiği tepki hem Dolar Endeksi’nin hem de borsanın değerlenmesi biçiminde ortaya çıktı. Öte yandan FED, aynı gün faiz indirimine devam kararı aldı. Bu bağlamda, Türkiye ekonomisinin politika senaryosunu gözden geçirmesi gerektiğini düşünüyorum.

Trump, faiz indirimlerinden yana bir tavır sergilemeye devam ediyor. Gelişmekte olan ülkelere fon akımının devamı ve artması şeklinde ortaya çıkacak faiz düşüşü ilk bakışta Dolar’da bir değer kaybına işaret ediyordu. Trump’ın yerli yatırımı destekleyen kararlarıyla birlikte değerlendirildiğinde ise Dolar artık öncelikle finansal bir enstrüman olmanın yanında reel ekonominin dönüşümü için efektif (fiziki) olarak daha çok talep edilen bir araç haline de gelebilir. Efektif Dolar ihtiyacı, döviz cinsinden Dolar ihtiyacının önüne geçmese de Dolar’ı daha değerli kılmaya yetecektir.

Bu bakımdan, Türkiye’deki faiz indiriminin zamanlamasını dikkatle yeniden masaya yatırmak gerekebilir.

Avrupa’da reel sektörün zorlandığı, doğrudan yatırımları desteklemeyen bir atmosfer olduğu düşünüldüğünde, Euro’da değer kayıplarını görmek zor değil. Bu bakımdan, ithalatı kolaylaştıran, ihracatın zorlaştığı bir ekonomik yapıyla karşı karşıya kalacağız demektir.

Özetle, döviz kurları bakımından bir çelişkinin ipuçları gözlemleniyor. İthal maliyeti Dolar değerine; ihraç pazarları Euro’nun değerine; Avrupa pazarının canlılığına bağlı olan Türkiye ekonomisi, reel piyasaları ile finansal piyasaların birbirinin aleyhine çalıştığı ilginç bir döneme daha girebilir.

 

 

 

 

 

 

Ne yapmalı?

Türkiye’de enflasyondaki düşüş ile döviz kurundaki değerlenme, bir süredir eşgüdümlü olarak yönetiliyor. Döviz kurunun gerçekleşen enflasyonun biraz altında değerlenmesine izin veriliyor. Bu süreçte hem kur kaynaklı enflasyon kontrol altında tutuluyor hem de resmi rezervler güçlendiriliyor.

Yukarıdaki şartlara bakılırsa, enflasyondaki kronikleşme giderildikçe, döviz kurunun yükselmesine izin vermek gerekecek. Yoksa tüketim, bu defa da ithal girdilerin göreli ucuzlaması nedeniyle yükselecek demektir. İçeride sanayi üretimini ve alt-orta düzeydeki yerli ürün tüketicisini sübvanse etmekte yarar var. Bunun yolu da asgari ücretin finansmanında devletin ön almasından geçiyor.

 

 

 

 

 

Trump sonrası senaryolar maalesef Türkiye ekonomisi için olumlu bir görünüm sunmuyor. Tartışmalar ‘kur’ ekseninde yoğunlaşacağı için, Trump’ın fiilen iş başına geçeceği kalan iki aylık sürede, yani döviz henüz öngörülebilir durumdayken şu hususlara odaklanmakta yarar var:

  • Uluslararası rezervleri güçlendirmek.
  • Enflasyonla mücadelede şahin tutumu sürdürmek.
  • Ocakta uygulanacak asgari ücret artışının en azından bir kısmının kesinlikle devlet tarafından sübvanse edilmesi.
  • Olası dış ticaret tarife düzenlemelerine karşı hazırlıklı olmak.

Ekonomide ‘Mezhep’ Değiştirmenin Maliyeti

VIII. Henry Katolik’ti. Karısından boşanmak için altı yıl çaba gösterdi. Mezhebinin koyduğu engeli aşamadı; Vatikan’la sorunlar yaşadı. Sonunda Anglikan Kilisesi’ni kurdu ve evliliğinin geçersiz olduğunu ilan etti. Gerçi yeni karısıyla da mutluluğu 3 yıldan uzun sürmedi… Mali açıdan savurgan bir yönetimi vardı. Mezhep değiştirmek de kraliyet ailesini düze çıkarmaya yetmedi.

Türkiye ekonomisinde, faizle enflasyon arasındaki nedensellik bağının yeniden yorumlanması denendi. Adına ‘epistemolojik kopuş’ veya ‘heterodoks ekonomi’ modeli dendi.. Ekzajere edilmemesi için olsa gerek, biraz daha genişletilip ‘Türkiye Modeli’ olarak revize edildi. Ortodoks ekonomi anlayışının cevaz vermediği yeni yorum önce heterodoksiye oradan da ultra-ortodoksluğa dönünce, bu deneyden öngörülmeyen bir sonuç çıkmış oldu: Ekonomi politikasında yaklaşımlar lineer değil dairesel şekilde evrilir. Sürekli ters yöne giderseniz başladığınız noktaya dönerseniz. Hatta hızlı bir çıkış momentumu, başlangıçtan daha ileriye taşıyabilir!

Ekonomide ‘Mezhep’ Değiştirmenin Maliyeti yazısına devam et

Ba(ğ)zı Milletlerin Zenginliği…

 

Adam Smith’in ‘Milletlerin Zenginliği’ (https://tr.wikipedia.org/wiki/Uluslar%C4%B1n_Zenginli%C4%9Fi) kitabı liberal ekonomi teorisinin önemli referanslarından biri. Hala atıf yapılan bir kült kitap. Çin menşeli otomobillere ek vergi getirilmesinden sonra bir ‘yanlış okuma’ kurbanı vakasıyla daha karşı karşıyayız diye düşündüm.

A.Smith’in mikro ekonomiye ilişkin önermelerinden başka, uluslararası iktisatla ilgili söyledikleri de kıymetli aslında. Uluslararası serbest ticaretteki kısıtlamaların bulunmadığı bir dünyada, ticarete taraf olan tüm milletlerin zenginlikten nasibini alacağını yazıyor. Şahsen katıldığım bu görüş, her ne hikmetse, uluslararası ticaret hadlerinin merkez ekonomiler lehine olmadığı hallerde geçerli kabul edilmiyormuş!  Ba(ğ)zı Milletlerin Zenginliği… yazısına devam et

Akim Bir Teşebbüs Daha: Tobin Vergisi Rafa Kalktı…

Yeni vergi önerilerinin ortaya atılması, ekonomik kriz dönemlerinde sık rastlanan bir olgudur. Türkiye’de son yıllarda en fazla dile getirilen yeni veya ek vergi önerileri gayrimenkulle ilgili olanlardı. ‘Birden fazla konutu olanlardan alınacak ek vergi’, ‘gayrimenkul değer artışından alınacak ek vergi’ vb. Konu mali piyasalardan elde edilen gelirler olduğunda ise KKM’ye tanınan avantajın kaldırılması, mevduattaki stopajın oranı tartışmalarının dışında pek bir hareket görülmedi.

Son öneri, borsada alım-satım üzerinden alınması tasarlanan ‘işlem vergisi’ niteliğinde bir vergileme teşebbüsüydü. Geçmişte gelişmekte olan ülkelerde ‘carry trade’in zararlarını minimize etmek için gündeme gelmişti.

Yanlış hatırlamıyorsam Brezilya’ya yönelik fon akımlarıyla ilgil olarak kullanılmıştı: Çok düşük oranlı, borsadan kazanılan gelir üzerinden değil de yapılan işlem tutarı üzerinden alınan bir vergi türü (https://tr.wikipedia.org/wiki/Tobin_vergisi).

Türkiye’ye yönelik fon akımlarının desteklendiği bir dönemde gündeme getirilmesi ilginç. Türkiye ekonomisinin risk primi henüz GOÜ’lerin ortalamasının üzerinde. CDS alternatif ülkelerle aynı seviyeyi görmeden, yani işler düzelmeden, ancak sembolik bir gelir getirebilecek bir vergi ihdas edilmeli mi, tartışılır (https://tr.investing.com/rates-bonds/turkey-cds-5-year-usd)

Gelir dağılımının bu denli dramatik bir biçimde bozulduğu, kamu açıklarının böyle arttığı bir dönemde, aynı anda sermaye girişine ihtiyaç duyulması, mali piyasalara yönelik vergileme teşebbüslerini akim kılıyor. Carry trade sürecinin içinde “atılan taşın ürkütülen kurbağaya değmemesi” sorunu dikkate değer. Zira, Tobin Vergisi öncelikle gelir amaçlı bir vergi türü değil.

Türkiye’de bu tür teşebbüsler genelde yeni vergi mükellefleri veya yeni vergi ihdası yoluyla değil daha çok -maliyeci tabiriyle- ‘kümesteki kazlara’ yönelik oran artışlarıyla sonlanır.

Olağan şüphe, Gelir ve Kurumlar Vergileri’nde olası bir asgari tutarın, oranın belirlenmesidir. Bir dönem uygulanan ve çok şikayet edilen Hayat Standardı Esası benzeri çalışmalar farklı şekilleriyle gündeme gelebilecektir. Kurumlar Vergisi’nde ise ciro ile matrah arasında kurulabilecek bir oran/orantı hesabı beklenebilir.

Sözün özü: Yapılırsa yanlış olur.

Türkiye ekonomisi ‘taburcu’ olabilecek mi ?

Türkçenin ilginç deyimlerinden biri de “taburcu” olmak. Hastaneden çıkabilecek kadar iyileşebilmiş, tedavisi kısmen veya tamamen tamamlanmış hastalar için kullanılageliyor. Türkiye’de hastaneler ilk defa askerî amaçla kurulduğundan, kelimenin çıkış noktası cihet-i askeriyeden… Hastamız iyileşti; artık revirden çıkıp tabura dönebilecek, görevlerini yerine getirebilecek durumdadır anlamında…

Memleketimizin ekonomisi söz konusu olduğunda “taburcu” olmak, istikrara kavuşmak anlamında düşünülebileceği gibi etrafımızdaki ateş halkasına bakılırsa aynı zamanda “savaşa hazır olmak” manasında da kullanılabilir.

Türkiye ekonomisi ‘taburcu’ olabilecek mi ? yazısına devam et

Küresel Ekonomide Yeni Dönem: Pax’tan Chaos’a…

Filistin’deki sorunların yerel, bölgesel ya da etnik bir çatışma ekseninde değerlendirilemeyeceği, gözlerini gerçeğe yummamış herkes için aşikâr… Yeni bir dünyanın doğum sancıları belli ki sıklaşıyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

Tabloya bakalım:

  1. Başat ekonomilerdeki siyasal radikalizm giderek güçleniyor.
  2. Bölgesel görünümlü çatışmalar askeri harcamaları artırdı, daha da artıracak.
  3. Savunma bütçeleri güçlendikçe bürokrasilerin siyaset üzerindeki hâkimiyeti gelişiyor.
  4. Yeni bir kamu ekonomisi tipi doğdu: Yerleşik nizamlar daha çok kaynağı hem de halkı ikna ederek yutuyor.
  5. Doğu’daki savaş müteşebbisliği, biraz daha devletin hükümranlığına tâbi olduğundan siyasete etkisi sınırlıyken Batı’da savunma tedarikçileri kullandıkları bütçe kaynağı itibariyle birer KİT (kamu iktisadi teşekkülü) hâline gelmiş durumda.
  6. Gelişmekte olan ekonomilerin pek azı çağdaş savaş gereçlerini üretebiliyor. Tüketim malları üretiminde çıkış yolu arayan “yükselen pazarların” yeni sorunu, her çeşit çatışmanın tedarik zincirlerini kırması.

Uzun lafın kısası, uluslararası ekonomik sistemde yeni bir gelir dağılımı oluşuyor. Bu dağılımın birincil özelliği, ulusal ölçekte siyasal radikalizmi ve savunma doktrinlerini öncelemesidir. Küresel Ekonomide Yeni Dönem: Pax’tan Chaos’a… yazısına devam et

Yapay Olmayan Zeka mı var?

Yapay zeka, özellikle Borsa’da uzun yıllardır kullanılıyor. Basitçe ifade etmek gerekirse bu sayede; fon değerleri, önceden belirlenmiş yüzdesel veya tutar limitlerine ulaştığında otomatik al-sat işlemleri yapılıyor. Bu yöntemle sermaye piyasasında hatırı sayılır bir fon, el değiştiriyor.

Türkiye ekonomisini dikkatle izleyenler hatırlayacaklardır; ‘mali kural’ tartışması uzun süre gündemde kalmış sonrasında da vazgeçilmişti. Kabaca kamu kesimine büyüme, borçlanma, parasal genişleme hadlerini birbirine bağlayan oransal bir kural getirilecekti ama uygulamaya konulmadı.

Türkiye’de yenilerde tartışılan ortodoks-heterodoks ekonomi modelleri de yapay zekanın (ortodoks) uygulama sınırları ile ilgiliydi bir bakıma. Bu bağlamda, yapay zekanın bir birikim modeli olduğunu, yaygın uygulama bulmuş görüşlerin ağır bastığı literatür taramasının, anlaşılır bir şekilde topluca derlenmesi anlamına geldiğini ifade edebiliriz.

Bizatihi zeka dediğimiz şey, öyle değil midir zaten?

Veri işleme ağırlığı arttıkça üretimsel orijinalliği her zaman tartışmalı hâle geliyor zekanın. Bu bakımdan yapay zeka inovasyonu, kurulu düzeni yenilikten uzak tutmaya yarıyor.

İnsansızlaştırma girişimlerinin tarih boyunca karşılaştığı muhalefete bakılırsa, bugünkü ‘yapay zeka’ uygulamaları oldukça şanslı. ABD’deki senaristlerin grevi hariç, kamuoyuna yansıyan sağlam bir muhalefet hatırlamıyorum. Aslında bu da yapay zekanın ürünü değil mi? Bir tecrübeden yola çıkılarak teknolojinin önünde durmanın, “yönetilemez bir çaba” olduğunu idrak eden toplumsal hafıza, yapay zeka uygulamaları karşısında diren(e)miyor.

Bazı Sorular
Yapay zeka, ekonomik aktivitenin sadece borsadaki kâğıtların bir bölümünde değil, diyelim ki devlet borçlanmasında, merkez bankasının politika faizinin belirlenmesinde, pandemi veya savaş söz konusu olduğunda, bir ekonomik kriz veya özel olarak bölgesel kalkınma konularında ne yapabilirdi?

Rutini yönetirken işleri hızlandıran günümüzün ‘pratik’ iktisadi bireyinin herhangi bir alandaki krizi yönetmedeki beceriksizliğinin, modern insanın kendisini yapay zekaya öykünen bir iktisadi ünite olarak varsaymak zorunda hissetmesinden kaynaklandığını düşünüyorum.

İktisadi düşünceyi homo economicus teziyle hayatın geri kalanından özerkleştirirken, bu hipotezin yayılıp, hayatın tümünü insandan, daha doğrusu beşeri olandan muaf tutmayla sonuçlanması nasıl bir çıktı verecektir?

Yapay zekanın ahlakını değil tekniğini alalım!
Türkiye’deki Batılaşma serüveninin ‘harc-ı âlem’ sloganıdır: ‘Batı’nın ahlakını değil tekniğini alalım’.

Sömürgelerin, “gelişmekte olan” ülkelerin her platformunda dillere pelesenk olmuş bu söz, şimdi yapay zeka karşısında, barışı, esenliği sağlayamayan insanoğluna ‘zekanın yapayını değil yatayını veya dikeyini (gölgesi olanını) alalım’ dedirtmektedir.

Gereğini yapma eğitimini salt rasyonaliteden ve güçten tahsil etmiş bir düşünce biçiminin dünyayı getirdiği nokta ortada duruyor.

‘Tarihin Sonu’ndan ‘Sonun Tarihi’ne…

Pandemi ve doğadaki dengesizlikler , ekonomik değişimlerle bir araya geldiğinde gidişatın anlamlandırılmasında yeni denemeler yapılması gerektiği anlaşılıyor.

Savaşlar , hammaddelerdeki fiyat artış-düşüşleri, rejim bunalımları yaygın haldeyken olanlar arasında bir illiyet bağı – nedensellik- veya benzerlik olduğu şeklindeki yorumlar artıyor.

Fukuyama’nın bu yazının başlığına ilham veren kitabı henüz 1990’ların başında Doğu Bloku’nun yenilgisi tescil edilir edilmez yayınlanmıştı. Liberal demokrasiyi o günkü haliyle ‘insanlığının görüp göreceği en iyi uygarlık modeli budur’ seviyesine çıkaran kitap epey ses getirmişti. Huntington’un ‘Medeniyetler Çatışması’ kitabı 1988 ‘de yayınlandığına göre zorlama bir yorumla ‘medeniyetler çatıştı ve Batı ittifakı ekonomisiyle ve kültürüyle bu çatışmanın galibi oldu’ diyen bir düşünce akımının ortaya çıktığını mı anlamalıydık? ‘Tarihin Sonu’ndan ‘Sonun Tarihi’ne… yazısına devam et

Mahşerin Altıncı Atlısı: Tüke(n)ici

Covid-19 pandemisinde ekonominin durağanlaşmasına engel olmak için piyasaya sürülen alım gücünün 14 Trilyon Dolara ulaştığını okumuştum. Fazlası vardır, eksiği yoktur.

Salgın döneminde piyasaya alım gücü enjekte etmekten başka çare olmadığını düşünen çoğunluğu haklı buluyorum(https://www.iktisadivizyon.com/post-pandemik-iktisat-politikasi/). Pandemi sebebiyle faaliyetten menedilen işletmelerin, bu işletmelerde çalışanların, kapasite kaybı yaşayan pek çok ekonomik unsurun, en başta da tüketicinin satın alma gücünü kamu otoritesi aracılığıyla temin etmesi tek çözümdü, denilebilir.

Leviathan, 2014; Yönetmen Andrey Zvyagintsev

Dünya’da üretim-tüketim döngüsünün aksamaması için atılan pek çok adım, sonuçta ‘karşılıksız para basılması’na dayandı. Emisyonun ‘misyon’u, gemiyi yüzdürmekti, başarıya da ulaştı ama gemi fırtınalı denizlerde suyun üzerinde kalmaya çalışırken, sadece kaptan ve mürettebat değil yolcuların da psikolojisi zorlandı. Kimi sağ salim karaya çıkınca asla doğru yoldan ayrılmayacağına yemin etti ve sözünü tuttu. Kimi de kendini pandemi öncesi ekonomik hovardalığını sürdürmekten alıkoyamadı. Kaptan ve mürettebat gemiyi onarmayı, bakıma almayı hep bir başka bahara erteleyip durdu.

Mahşerin Altıncı Atlısı: Tüke(n)ici yazısına devam et