“Memleketin hali kötü ama gidişatı iyi”

Herkes işlerin kesatlığından, dünyanın daha kötüye gittiğinden vesaire yakınıyor. Sizce hayat nasıl gidiyor?
Valla bizim dışımızda ve bize rağmen gitmeye devam ettiği çok açık. Yalnızca benim hayatımı değil benim de parçası olduğum “insan hayatı”nı kastettiğinizi varsayarak bu soruyu sorduğunuzu biliyorum. Fakat kaçamak bir cevapla kendimle ilgili kısmı es geçmeme müsaade ediniz: Türkiye’de yaşayan herhangi bir insan kadar mutlu ve herhangi bir insan kadar umutsuzum.

Aslında, Türkler olarak dünyanın sosyal ve ekonomik olarak hızla değiştiği bir dönemi epey derinden ve sarsıcı biçimde yaşıyoruz. Diyeceğim o ki en azından bir konuda herkes hemfikir gibi görünüyor: Yaşanan ekonomik kriz, ekonomik sistem içerisindeki uygulama hatalarının bir sonucu olduğu kadar yeni bir milat da oldu. Hatırlayınız 2000 yılına başlarken tüm dünyada milenyum başlıyor anonslarına rastlanıyordu. Yani beklentiler çok yüksekti ve kökten değişimlerin arifesinde olduğumuz düşünülüyordu. Ama geçen dokuz yıldan sonra hep birlikte tanıklık ediyoruz ki milenyum asıl şimdi başlıyor. Ekonomik koşullar itibariyle de bu böyle, oluşan yeni dengeler itibariyle de. Örneğin, nüfusları kalabalıklaşan ve büyüyen Asya ülkelerinin enerji kullanımlarının artacağı; bu ülkelerin gelir artışı ile birlikte dünya siyasetinde daha etkili olacakları anlaşılıyor.

Türkiye’ye gelince, bölgesinde bir güven ve istikrar unsuru olarak daha demokratik ve çağdaş bir yapıyı var etme zorunluluğu her geçen gün daha sarsıcı biçimde kendini gösteriyor. Cumhuriyet bürokrasisi ve sistemimizin saç ayakları kurucu milli irade ile barıştıkça daha istikrarlı bir ülke olma yolunda mesafe kat ediyoruz.

Ama içerideki ve dışarıdaki tüm karmaşanın ardında bana göre kafa yorulması gereken asıl gerçek, dur durak bilmeyen teknoloji ve yükselen refah seviyesine paralel olarak değişim gösteren üretim-tüketim koşullarının daha dengeli bir yaşam tarzını zorunlu kılması. Kulak tıkayamayacağımız bir durumdan bahsediyorum. Dünyanın gezegen olarak insan varlığının devamına imkân sağlayan ekolojik yapısını koruması, önümüzde başlı başına bir sorun abidesi olarak duruyor.

Öte yandan iktisadi ve toplumsal yaşam, teknolojinin olumlu-olumsuz etkisiyle karmaşıklaştıkça siyasetin de yapısı değişiyor. Yeni Dünya’nın ve bu arada Türklerin, yapay gündemler yerine sürdürülebilirlik ve denge konusunda daha hayati olduğuna inandığım başlıkları tartışması gerektiğini düşünüyorum.

Ne gibi başlıklar bunlar?

Televizyonlarda dönen bir banka reklâmında “KİPA kasiyerine çevrilen” liberal ekonomist Adam Smith’in yaşadığı günlerde -1750’liler- ekonomi kürsüleri bulunmayan üniversitesinde ahlak felsefesi profesörü olduğunu hatırlarsak, bugün de bu işlerle uğraşanlar için yeni bir bilinç ve giderek bilincin kolektif evrimi olmadan ekonominin sürekli patinaj yapmaya devam edeceğini not düşelim evvela.

Alternatif enerji kaynaklarının bir devlet politikası olarak desteklenmesi, çevre kirliliğinin önlenmesi için yeni projeksiyonlar, yerel kalkınmanın laf olsun diye değil esastan ele alınması, adaletsiz gelir dağılımını önleyecek sonuç odaklı adımlar, sürdürülebilir nüfus, gıda ve tarım politikalarına fırsat verilmesi, sivil toplum algısının geliştirilmesi; tabii en önemlisi yeni ve çağcıl bir finansal mimari.

Yeni dönemle ilgili başlıklar bunlar olmalı ve her alanda etkileri gözlemlenmelidir.

Sitedeki yazılarınız arasında “2009’dan Sonra” başlığını taşıyan biri dikkatimi çekti. Orada diyorsunuz kiTürkiye, yeni oluşan ekonomik merkezin Avrupa’sı olmaya aday bir ülke haline geliyor.” Nedir bu yeni oluşan ekonomik merkez?

Peşinen söyleyeyim, memleketin halini kötü ama gidişatını iyi görüyorum. Yani gidişat deyince eskilerin tabiri ile “hal ve gidiş” olarak anlıyorum. Hal iyi değil ama gidiş iyi diyelim. İyi deyişim, uygar dünyanın şerefli ve özgür bir üyesi olma yolunda toplumun demokrasi ve refaha sahip çıkan bir yapıya büründüğünü gözlemlememden kaynaklanıyor. İddia olunanın aksine Türk milletinin gerektiği zaman ve müsaade edildiğinde, rasyonel refleksleri en demokratik içimde gösteren, gösterebilen bir millet olduğunu düşünüyorum.

Bahsettiğiniz tespit ki şu günlere ve 2010’a ilişkin 15 ay önce yaptığım bir saptamadır o, ekonomik olarak daha kurallı daha dengeli bir piyasa ekonomisini, dengeli bir gelir dağılımını, etkin bir kamu yönetimi aygıtını kurmaya başladığımızı düşünmeme dayanıyor. Üyesi olalım veya olmayalım, AB sürecinin ideolojik değerlendirmelerin dışında bir müktesebat projesi olarak önemsenmesi gerektiğini not etmek gerekiyor. Avrupa Birliği bir proje olarak, ilerde belki bizim üye olmamıza gerek bile kalmadan son bulabilir. Ama birbirlerinin yaşam tarzına saygı duyan ve bunu gösteren, kendi yaşam anlayışını karşıtında referans almaksızın hayata geçirebilen bir büyük toplum olma yolunda, her şeye rağmen bize hatırı sayılır katkısı olduğunu düşünüyorum.

Ezcümle, hakların ve özgürlüklerin sivil toplum anlayışında ve vatandaşlık temelinde, tasada ve kıvançta ortak bir demokratik duyarlılık çerçevesinde algılanmasını savunuyor ve Türk insanının bunu gerçekleştirebilecek bir tarihsel arka plana sahip olduğunu düşünüyorum. İşte bu potansiyel bizi ekonomik merkezin Avrupa’sı kılabilir.

Herkes açılımın siyasi yönlerini tartışadursun siz ekonomik boyutuna ilişkin yakası açılmadık saptamalarda bulundunuz. Ama önce şuna cevap verir misiniz, bu açılım aşısı tutar mı yoksa daha mı beter eder hastamızı?

Serde maliyecilik var. Verilere, tablolara, istatistiklere dayalı bilgileri kulaktan dolma, içeriği belirsiz söylentilerden ve politik manevralardan her zaman için daha ciddiye alıyorum. Demokratik açılım adı verilen bu projenin de geniş bir konsensüsle ve bir devlet projesi olarak sınırları net olarak çizilmiş biçimde dört başı mamur tanımlanmasını tercih ederdim. Ama hükümetin çok yönlü iletişim sorununa ana akım medyanın budalaca çanak tutması da ilave olunca, insanlara ne hakkında konuştuklarını tam olarak bilmeden ahkâm kesme fırsatı doğdu. Böylece asıl konuşulması gerekenlere bir türlü fırsat gelmedi ya da konuşanlar göz ardı edildi. Bu bilinçli iletişimsizlik tavrının arkasında art niyet aramak herhalde aşırılık olmasa gerek.

Yine de konunun bilinen ve görünen kısımları itibariyle değerlendirme yapma imkânımız bulunuyor. Her şeyden önce ümit var olmamızı gerektiren bir realite var ki; artık toplumun hemen tüm tabakalarında bölünme fikri kesinlikle kabul görmüyor. Teknik olarak da olanaklı bulmanın zor olduğu bölünme fikrinin Kürtçü çevrelerde dahi bir kenara itilmesi son derece önemli bir ilerleme.

Fakat yeni bir sorun var, terör sorunu bir iç güvenlik, sınırda yürütülen operasyonlar silsilesi olma gerçeğinden maalesef kentlere sıçrayabilen bir asayiş sorunu olmaya doğru eviriliyor. DTP’nin kapatılması sürecinde yaşanan sokak çatışmaları bunun göstergesidir. Bu konuda askerden, polisten başka vatandaşlarımızın da son derece sağduyulu olması gerekiyor. Neyse ki ifade ettiğim üzere milletimizin kolektif şuuraltında ihtiyaç duyduğumuz sağduyunun kodları fazlasıyla mevcuttur.

Son yazılarınızdan birisinde küresel ekonomik krizin bir dünya savaşının habercisi olduğuna dair değerlendirmenizi okumuştuk. Hakikaten üçüncü bir dünya savaşının çıkma ihtimali var mı sizce?

Savaş bir tür müteşebbislik biçimidir de biliyorsunuz. Hele bugünlerdeki gibi arz fazlasının hâkim olduğu dönemlerde, maalesef bir talep artırma yöntemi olarak işlerlik kazandırıldığını gözlemliyoruz.

Savaşın politikanın uzantısı olduğu fikri öteden beri tüm dünyada kabul görüyor. Ama ekonomik krizin birikmiş çelişkileri çözme aracı olarak yeterli bir enerji deşarjını sağlayamadığı da gün gibi ortada. Savaş öngörüsü bu anlamda maalesef benim görüş alanımın değil, evrensel çelişkilerin sonucu olarak ortaya çıktı ve tartışılıyor. Aslında bu başlı başına kitaplaşabilecek akademik bir konudur. Ben diğer yazılarımda olduğu gibi çerçeve bir değerlendirme yaparak konuya dikkat çekmeyi amaçlamıştım. Tabii bu konuya ilişkin geliştirdiğim fikirleri önümüzdeki yazılarımda peyderpey işlemeyi düşünüyorum.

Manisalısınız ve yaşadığınız şehre ilişkin de yazıyorsunuz. Manisa’nın bir Anadolu kenti olarak sosyal ve ekonomik zaviyeden baktığınızda artı ve eksileri olarak neleri görüyorsunuz?

Manisa’nın sosyal ve ekonomik geleceğinden tüm negatif faktörlere karşın umutluyum. Gerçi Manisa’nın artıları-eksileri karşılaştırmasında ortaya çıkan dramatik tabloyu analiz ettiğimizde, Manisa’nın brüt değeri ile net değeri arasında çok büyük fark olduğunu görebiliyoruz. Hakikaten potansiyelinin gerisinde yaşayan, özellikle kanaat önderliği mekanizmasında çok ciddi sorunları olan bir kent Manisa. Ama kendisi dışa kapalı dışarısı kendisine açık bir kent olarak er ya da geç bu kısır döngüyü kıracaktır.

 Vaziyet “ne olacak bu Manisa’nın hali?” kıvamında sohbetlerin ana konusu haline gelmesi bir tür rahatsızlığın göstergesi. Yeter ki insanlar “Manisa’dan bir şey olmaz!” kötümserliğine kapılmasın.

 Manisa’daki asıl kördüğüm, tarıma dayalı ekonomide oluşan ticari fazlanın uygun kaynaklara ve yatırımlara kanalize edilmemesinden doğan rant kollama yarışı sorunundan kaynaklanıyor. Rantın görünür sürtüşmelerin konusu olması, çok yönlü düşünürseniz, Manisa’ya ilişkin yatırım beklentilerinin ne yönde şekillendiğini ispatlıyor. Rant değerleri yükseldikçe, rantı elde etmek için kullanılan yöntemler de sertleşiyor tabii ve kavgada sivil toplum örgütleri bile kullanılabiliyor. Bu da kanaat önderliği mekanizmasındaki kifayetsizliğin ve belki de kaht-ı ricalin tezahürü.

Yazılarınızı bir sitede yayımlama fikri nasıl doğdu?
Uzun yıllara dayanan yazı tecrübemi bir kitapta derlemek için harekete geçtiğimde gördüm ki, profesyonel editöryal bir asistanlık hizmeti almadan kendi başıma bu fikri hayata geçiremeyeceğim. Böylece profesyonel bir editörle yazılarımı paylaştım. Bu paylaşım hem kitabın çatısını sağlamlaştırdı, hem de editör arkadaşımın yoğun şekilde bir blog sitesinin başlı başına yazarını eğitici ve disipline edici yanları olduğu konusunda beni ikna etmesini sağladı.

Bu arada zaten hazırlamakta olduğumuz yerel ve bölgesel ekonomik raporları daha kapsamlı ve profesyonel biçimde dağıtıma sunma konusunda da bir kalkış noktası oldu site.

Sitede zaman zaman yazılarınızda dile getirdiğiniz görüşlere paralel olmayan yorumlar göze çarpıyor. Rahatsız oluyor musunuz?
Yorumlara karşı özel bir hassasiyetim var. Gayretimin karşılık bulduğunu görmekten keyif alıyorum haliyle.

Yazıların okunması ve değerlendirilmesi sırasında tabii ki herkes kendi algılarına göre konuyu yorumluyor. Bu da çok doğal. Hem körlerin fil tarifindeki gibi zaman zaman yazımda ifade etmekte zorlandığım bazı konuların yorumlarda sadece bir cümle ile son derece vazıh bir şekilde ifade edildiğini görebiliyorum.

Ancak işler her zaman bu kadar yalın değil.

Özellikle demokratik açılımla ilgili yazılara gelen yorumlar arasında yazıdaki görüşleri onayladığını belirten ama kastettiğim anlamın tam aksinin savunan iki ayrı görüşün yorum olarak yansıması beni çok şaşırtmıştı. Aynı satırları okuyan iki farklı insanın yazara duyduğu güven ve kendi önyargıları arasında bir tercih yapmak zorunda hissetmemesi ile ilgili sanırım bu durum.

Yorumların ilginç bir yanı da şu olmalı; yazma ve düşünme sürecinin birbirine ne denli bağlı olduğu yorumların kalitesindeki artıştan hemen anlaşılıyor. Haliyle okuryazar olmak sadece okur veya sadece yazar olmaktan çok farklı bir tatmin seviyesine işaret ediyor. Bana öyle geliyor ki, medya okuryazarlığı eğitimi iş olsun diye değil de ehil ellerde gerçekten insanların gelişmesi için zorunlu bir ders olarak verilebilirse, daha fazla insan fikirlerini paylaşmak için sanal ağı kullanacaktır.

Siteyle alakalı yapmayı planladığınız yenilikler var mı?

Var elbette. Öncelikle hafta içinde girilen yazı sayısını fazlalaştıracak yeni bir zaman çizelgesi düşünüyorum. Ardından, yeni kişiler ve toplumsal gruplara ulaşmanın yollarını ararken ticari mecralara ilişkin değerlendirmelerin yer alacağı reklâm faaliyetlerine yer vermek istiyorum.

Bir düşünme, arşivleme aracının ötesinde, bir mecra olarak internette yer almak, yazıları internete aktarmakla bitmiyor. Bu mecranın gereklerine uygun düşünmek, interneti ortaya çıkaran aklın sınırlarını kavramakla oluyor. Bizim yeniliklerimizde bu sınırlara yaklaştıkça günden güne şekillenecek. İş çevresinin ekonomiyi izleme konusunda dile getirdiği bilgileri derli toplu görme arzusuna karşılık vermek ve reklâm almak önceliklerimiz arasında.

“Memleketin hali kötü ama gidişatı iyi”” hakkında 2 yorum

  1. Çok güzel bir söyleşi. Uğur Beyin yazılarının hepsini okuyorum. Bunlar Manisa’daki tüm siyasetçilerin okuması gereken yazılar. Kendisine başarılar diliyor, tüm arkadaşlara da öneriyorum.

  2. Uğur hocam, beyninize ve elinize sağlık… İlgililerden de yorumlar bekliyorum. Acaba yazılarınızı okuyorlar mı ? Evet mutlaka okuyanlar vardır. Peki, düşüncelerini neden paylaşmak istemezler bunu anlıyamıyorum. Eee herhalde serde bürokratlık veya vekillik olması yatıyor olmalı. Aslında benim anlıyamadığım konu tam da bu düşünce tarzı. Şu zinciri bir kırabilseler işte o zaman daha kısa zamanda “Türkiye, yeni oluşan ekonomik merkezin Avrupa’sı olmaya aday bir ülke haline gel[ecektir]iyor.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir