Türkiye ekonomisindeki gelişmeler dünyadan ayrışmaya başladı. Ama bu kopuş tek başına bir ayrışma değil. Dünyadaki kamu finansmanının gevşetilmesi, kredi musluklarının açılması sonucunda oluşan ve Çin, Hindistan gibi bazı ülkelerle birlikte yaşanan blok kopuşlardan biri… Dünyayı bir ekonomi laboratuarı haline getiren, dört mevsimi bir arada yaşatan gelişmelerin gidişi, aradan ilk ve son baharı atıp, ya yaz ya da kış mevsimini tercihe zorlatacak gibi.
Bir yıl önce, krizi ortaya çıkaran düşünce seviyesiyle, krizin çözülemeyeceğini söylemeye yeltenenlerden biri olarak (bkz. “dil ile bağlanan diş ile çözülmez”) gelişi matematiksel olarak belli olan bugünlerin beklenmeyen günler değil, “ehven-i şer” olarak algılanması gerektiğini düşünmüştüm. Dünya ekonomisi krize karşı likidite verip piyasayı canlandırmakla, ileride (yani şimdi) ortaya çıkacak borç sarmalına razı olmuştu. Türkiye’nin de içinde bulunduğu birkaç ülke kredi musluğunu, bırakınız açmayı sıktı. Kamu harcamalarında kısıtlı bir artış, gelirlerde ise geçici vergi indirimlerini tercih etti. Milli paranın değerlenmesi riskini kabul ederek, dış ticaretin kısıtlı olduğu bir dönemde azalan dış ticaret açığını daha da azaltma yolunu seçmedi. Bugün Çin’in üzerinde parasını devalüe etmesi yönünde baskı var ise benzer şekilde dünya ekonomisine göre ayrışma yolunu tercih etmesinden kaynaklanıyor.Türkiye’nin önündeki şans enflasyonla mücadele disiplininin getirdiği sıkı para politikası alışkanlığıydı. Bankacılık kesimi de krediler üzerindeki inadını sürdürünce, zor geçen bir yılın ardından, Avrupa ve Amerika’daki gevşemenin ortaya çıkaracağı balonun patlamasını beklemek kaldı.
Kamu Borçları ve Avro
Türkiye’nin ilginç bir biçimde Avrupa ekonomilerinden ayrılarak “kamu borcu” en düşük ülkelerden biri haline gelmesinin geri planında, politika faiz hadlerini son derece kararlı bir şekilde düşürmesine rağmen, 2009 yılı itibariyle hala reel faiz ödüyor olmasının payı var. Çünkü Batıdaki büyük ekonomilerin enflasyon hadleri ile büyüme oranları bize göre sınırlı olduğu için, faiz hadleri zaten krizden önce de Türkiye’ye göre düşük seviyelerdeydi.
Kamu borçlarının nasıl domino etkisi yarattığını hatırlamak için 90’ların sonundaki Rusya kaynaklı krizi hatırlayınız. Rusya borçlarını ödemeyeceğine ilişkin açıklamalar yapınca, ellerinde Amerikan tahvilleri bulunan yatırımcılar, Rusya’nın borç ödemezliği yüzünden zor durumda kalmıştı. Bugün daha karmaşık bir sorun var. Tek bir para birimi ile yönetilen geniş bir coğrafyada birbirinden farklı düzeyde kamu açıkları bulunan ülkeler var. Avro bölgesinde temel ekonomik verileri birbirinden son derece farklılaşan ülkelerin bir kaçı para değerini aşağıya çekmeye zorlarken, AB’yi yöneten başat ülkeler Avroyu yukarıya çekmeye veya değerini belirli seviyede tutmaya çalışıyor.
Avrupa üçüncü nesil küresel bir krizin etkisinden kurtulurken, birinci nesil daha arkaik, ilkel bir ekonomik tablo ile karşı karşıya. Sosyal harcamalarının yüksekliği ve refah toplumunun alışkanlıkları kamu harcamaları iyiden iyiye artan Batı ekonomilerini, servetlerini azaltmaya zorluyor.
Türkiye’nin bu ayrışma içinde Asya’ya ve ABD’ye daha yakın bir iktisadi istikrar adası olması ya da böyle algılanması, politika alanında bir halüsinasyon geliştirebilir.
Göreli olarak istikrar sinyalleri veren reel ekonominin dinamikleri aslında kriz öncesine dönebilmiş değil. İmalat sanayi, kapasite kullanımı, tüketici güveni, fiyat göstergeleri, reel kesim güveni yavaş da olsa tali yoldan çıkıp ana yola girmek üzere. Bu noktadan sonra, rehavete kapılmaksızın bir zaman aralığı tanıyan dünya konjonktürüne uygun reformlara odaklanmak gerekiyor.
Çözüm için Makro Reformlar
Makro reformlardan ilki, kamu harcamaları üzerindeki disiplinin sürdürülmesi için gerekenlerin yapılması. Örneğin, kamu giderleri arasında bugüne dek uygulanan bütçe disiplininin erişemediği kalemlere dikkat edilmeli. Söz gelimi kamu yatırım harcamalarında göreli bir kısıntıya gidilmesi, transfer harcamalarının azaltılması için yerel yönetimler üzerindeki bütçe baskısının sürdürülmesi gerekiyor. Yerel yönetim bütçelerinin giderek artan açıkları görmezden gelinmeye devam ederse, o alanda oluşan “kara delik” büyümeye devam eder. Yerel yönetimlerin kendi bütçeleri üzerinde daha geniş imkâna sahip olduğu, öz gelirlerinin artırıldığı “ikinci nesil yerel yönetim reformu” seçim trafiği başlayana kadar gözden geçirilmeli.
Kaynak: Gelir İdaresi Başkanlığı Uygulama ve Veri Yönetimi Daire Başkanlığı
Vergi gelirleri üzerinde herkesin “dilinde tüy bitiren” sorunların aşılması için Mart ayı ve sonrasında uygun bir planlama zamanı görünüyor. Dolaysız vergilerin bütçe payının artırılması yolunda politika ve zaman alanı daralan hükümetin yine seçim öncesinde kullanabileceği son düzlüğe girildiği anlaşılıyor. Dolaysız vergilerin payının artırılmasına paralel olarak, dolaylı vergilerin nispi değil mutlak olarak azaltılması, iç talep üstündeki baskıları hafifletip, tüketici ve üreticiye ciddi bir finansman olanağı sağlayacaktır. Hanehalkı gelirlerinde keskin bir artış sağlamadan, iç piyasadan kaynaklanan talep yetersizliğinin aşılması, teorik olarak sadece dolaylı vergi indirimleri ile mümkün.
“Tüketim üzerindeki vergileri azaltmak gerekir” demek kolay ama aklı başında bir hükümet yerine koyacağı bir gelir kaynağı bulmadan böyle bir düzenlemeden kaçınmalı.
İşte tam da bu nedenle, yani sadece Türkiye’nin çağdaş bir kamu gelirleri sistemine kavuşması için değil, ama aynı zamanda sürdürülebilir bir bütçe dengesini sağlamak adına, gelir ve servet üzerinden alınan vergilerin reforme edilmesi gerekiyor.
Grafiklerde de görüldüğü üzere, yeni kurulan şirket sayıları ile şirketlerin dışındaki küçük mükellefleri temsil ettiğini varsaydığımız Gelir Vergisi mükellef sayıları arasındaki çelişki bahsedilen ayrışmanın ifade şekillerinden biri olmalıdır. Hem bir ayrışmayı, hem de vergi reformu ihtiyacını bu ve benzeri birçok veriden izlemek mümkündür.
Girişimci Kültürün Desteklenmesi
Geniş bir konsensüsle atılabilecek böyle bir vergi temelinin özünde, AB ve OECD ile uyum baz alınırsa, hükümet, siyaseten rahat eder. Özellikle büyüme rotasının tutturulacağı anlaşılan önümüzdeki aylarda, yatırım ikliminin sağlanması için yukarıda belirtilen ayrışmanın belirli bir disiplin içinde organize edilmesi şart. Vergi reformu gerekliliği, içeride girişimci kültürün önündeki engeller belirtilirken de dikkat çekiyor. Esnek bir girişimci profiline sahip olduğundan söz edilen, genç nüfusa sahip olması ile övünen Türkiye’de işgücü üzerindeki vergi yükünün daha da azaltılması, yeni işyerlerinin teşviki gibi makro politikaya etki edecek mikro düzenlemeler bir bütün olarak ele alınmalı. Girişimci kültürün desteklenmesi, istihdam sorununun çözümünde de çok önemli rol oynayacaktır. Türkiye ekonomisi yapısal olarak kendi işinde istihdam olanların sayısını artırmak zorundadır.
Öte yandan Türkiye Batı ekonomilerinden ayrışarak nispi bir istikrar adası haline gelirken, kendi içindeki ayrışmaları da gözden geçirmelidir.
İşsizliği birincil sorun olarak çözmek zorunda isek, küçük ve orta büyüklükteki firmaların işgücünü istihdam etme olanaklarını geliştirmek zorundayız. Esnafın ekonomik alandan çekilmeye zorlandığı bir ekonomik ortamı, kendi işini yapanlar lehine değiştirmek durumundayız. Bir üretim yöntemi olarak verimliliği tartışılan küçük işletme modelini desteklemek, istihdam olunmayan kitleleri verimli veya verimsiz olsun üretimin içine çekecek, yeni harcama dalgalarıyla ekonomiyi hareketlendirecektir.
Küçük İşletmelere Dikkat
Son istihdam rakamlarına göre, çalışanların %25,9’u kendi hesabına çalışmakta, %59,1’i “1–9 kişi arası” çalışanı olan işyerlerinde çalışmaktadır. Küçük işletmeleri ekonominin “yaratıcı yıkıcılığı”nın kollarına bırakmak, Türkiye için “ekonomistik yanılgı”nın tuzağına düşmekten başka bir işe yaramaz.
Küçük ticari işletmelerin geliştirilmesinin, alt pazar inovasyonu sağlamak bakımından büyük ölçekli işletmelere dönük faydaları da bulunmaktadır. Kaderine terk edilen ticaret ve tarım kesiminin, gelir dağılımının alt dilimindeki tüketiciye hitap eden sınaî ürünleri yaygınlaştırması bakımından önemli rolü bilinmektedir.
Alt gelir grupları arasında kredi kanallarına erişebilme olanakları sınırlıdır. Bu gruplardaki tüketicinin ekonomi içerisindeki rolünün artması, üretimden satış ve finansmana kadar her aşamada gelir grubuna uygun arz kanallarıyla buluşmasına bağlıdır. Küresel ekonominin Türkiye ekonomisini getirdiği nokta, iç piyasada kendi tüketicisini unuttuğu bir ekonomik yapı olmamalıdır. İç piyasada yeterli bir üretim-tüketim hacmine ulaşamayan ekonomiler kalıcı bir büyüme performansı elde edemezler.
Sonuç olarak; Türkiye ekonomisi iki büyük ayrışmanın eşiğinde, yeniden dizayn edilme şansını yakalamıştır. Dünya ekonomilerinin birçoğuna göre riskleri sınırlı bir iktisadi yapı. Öte yandan, yok olmaya yüz tutmuş bir küçük ve orta ölçekli işletmeler gerçeği. Ekonomiyi “batırılmayacak kadar büyük” olduğu söylenen devasa şirketlerle beraber, orta ölçekli işletme kültürünün esnek çalışma şartlarını geliştirerek büyütmek, istihdamdan, risklerin sınırlandırılmasına, bağımlılıktan gelir dağılıma kadar geniş bir perspektifte daha uygun bir vizyona kavuşturacaktır. İkinci nesil reformların uygulamaya konulması için tüm şartlar uygundur.
güzel yazı artık krizden yavaş yavaş çıkan ekonommizde agırlık verilmesi gerekenler ve yeniden yapılandırma gibi konular dururken hükümet ise yargı ve sivil bir yönetimin nasıl tesis edilmesi üzerinde bir sürü zorluk beklemektedir.seçim tarihinin yaklaşması işsiz sayısındaki artış hükümeti sıkıştırmaktadır.hükümet en basit meslek lisesi katsayı sorununda dahi hala zorlanmaktadır.hükümetin artık daha radikal ve kesin çözümler üretmesi gerekmektedr.
Reform, yeniden yapılanma, radikal kararlar….Bu kelimeler oldum olası her sıradan vatandaş gibi beni de korkutmuştur. Kamu harcamalarının en azından sağlık harcamalarının epey kısıldığının farkında olmamak mümkün değil. Sosyal güvenlik sistemi pek te alışık olmadığımız bir yapıya dönüştü, artık emekli ikramiyelerinin kaldırılacağı, Maliyenin Bakanlığının (Milli Emlak Gn.Md) taşınmazları ve personeli ile birlikte yerel yönetimlere devredileceği konuşulur oldu. vb. Bence şu an bazı şeylerin altyapısı hazırlanıyor.Ben hala neler olacağını anlamaya çalışanlardanım. Ve galiba biraz karamsarım.
Uğur Hocam Merbaha.
“Ekonomide Büyük Ayrışmanın Eşiğinde…” miyiz ? “Ekonomide Büyük Ayrışmanın Eşiğinde…” n mi döneceğiz ? Yoksa “Ekonomide Büyük Ayrışmanın Eşiğinde…” kiler mi?
Evet, değindiğiniz gibi, Türk Ekonomisi ve özellikle Türk insanının büyük çoğunluğu, 2000 li yılların başından buyana, bir borç sarmalı içinde idi ve buna ayak uydurmuş durumunu düzeltme aşamasında iken, ülkemiz dışında gelişen yeni bir ekonomik kriz dünyayı sarmış ve bir çok ülkeyi de sarsmıştır.
Ancak, ülkemiz ve vatandaşımız; zaten yaşanmakta olan bir krizin son demlerinde, bir de dünyayı sarsan yeni bir krizle karşılaşması çok da yabancısı olmadığı bir durum olduğu için, bir şok etkisi yaratmamış, aksine daha da tedbirli olma durumunu gözden geçirmeyi ve buna ayak uydurmayı amaç edinmesine rağmen, yeni kriz; orta ve küçük ölçekli ve tam da toparlanma durumunda olan firmalarda daha da hissedilir olmuş, bu arada, birçok büyük şirket ise durumdan istifade ile krizi bahane ederek işçi çıkararak işsizliği körüklemiştir. İşsizliği önleyici tedbirler arasında bir kısım SGK primlerinin devletçe karşılanması tam olarak uygulandığı ve çözüm oluşturduğu kanısında değilim. Bence kriteler yetersizdir.
Bu arada gelişmiş ülkelerin, ülkelerindeki krizin etkilerinin giderilmesi amacıyla yaptıkları
Sübvansiyonların ve destek balonlarının patlaması yakındır ancak; dünya siyasi döngüsünde
Güçlü ülkeler kendi halklarına yaptıkları bu sübvansiyon ve destekleri, 3. dünya ülkelerine veya gelişmekte olan ülkelere maletmeleri de beklenebilir. Bu günlerde ve yıllarda, Dünya ekonomik krizinden siyasi / ekonomik çıkar uman siyasiler ve ülkeler bulunabilir veya bu düşünceler güç kazanabilir. İnşallah tarih tekerrürden ibaret olmaz ve bu kriz, 1929 buhranını fırsat bilip kendini güçlendiren Adolf Hitler gibi bir lider / liderler çıkarmaz.
Evet özellikle AB üyesi ülkelerin birçoğunun Kamu borçları ürkütücü boyutlardadır, yine aynı AB nin diğer bir kısım ilk kurucu ülkelerinin ise durumu daha iyi olmasına rağmen, Avro bence ister istemez zorunlu bir değer kaybına uğrayacak gibi görünüyorsa da, kurucu ülkelerin destek olmaları halinde ise, ileride borçların iyi yönetilememesi durumunda da, çıkışı AB olacak bir üçüncü kriz muhtemeldir.
Ülkemiz ekonomisinin ise, halen tali yolda olduğu ve hatta ana yola girelim mi – duralım mı? İkileminde olduğu kanısındayım. Bu ikilemin en büyük etkisi ise ülkemizde yaşanan “halisünasyon” değil siyasi gerçeklerdir. Yazınızdaki
“Türkiye’nin bu ayrışma içinde Asya’ya ve ABD’ye daha yakın bir iktisadi istikrar adası olması ya da böyle algılanması, politika alanında bir halüsinasyon geliştirebilir.”
Dileğinize bir vatandaş olarak katılmamak mümkün değil. Siyasiler kısır çekişmeler ve vatandaşı bunaltan, karamsarlığa iten beyan ve yaptırımlarının önüne, ekonomiyi geliştirecek ve vatandaşı refaha ulaştıracak konular ile ilgilenip, şu krizi lehimize çevirebilecek çalışmalar yapsalar. Hani bir öngörünüz vardı “ TL ikame para birimi olabilir mi “ diye. Niye olmasın…
Neden olmasın… İşte yanızın başlığını ben bugün öncelikli olarak “Türkiye Büyük Ayrışmanın Eşiğinde…” olarak görüyorum. İşte dış devletlerin krizden çıkış politikalarında
Ülkemizin bu durumu onlar için bir umut ışığıdır. Çünkü TC ile uğraşmaları gerekecektir, ilk sinyal verilmiştir ve KKTC ile Rum Kesimi arasındaki görüşmelerin askıya alınması bunun bariz örneğidir. Bundan sonraki olaylar zinciri ise herhalde AB nin çeşitli kriterlerinin dayatılması ve AHİM kararları olacaktır. Tekrar ülke ekonomisine döndüğümüzde ise,
istihdamın ve ekonominin / ticaretin çekirdeğini oluşturan orta / küçük işletmeleri yani gelir vergisi mükelleflerine baktığımızda keskin bir düşüş gözlenmektedir. Kurulan şirket sayısı ise bence gerçekleri yansıtmadığı kanısındayım. Şöyleki: Bir kısım şirket faal mükelleflerin gerek borçlarını ötelemek veya gerekse kredi kaynaklarına daha çabuk ulaşabilmek veya daha yakın olabilmek için şeklen kurulan şirketlerdir. Kurulan bu şirketlerin ortaklık yapısı önem taşımaktadır ki, tahminim çoğunluk sermaye (% 90 – 95 gibi ) bir şirket ortağının, diğeri de bir veya birden fazla ortaklar üzerindedir. Gerçek anlamda kurulan şirket sayısının verilen rakamların, iyimser bir tahminle en fazla yarısı kadar olabileceği kanısındayım. Bu durum da gösteriyor ki, orta ve alt tabaka yavaş yavaş erimektedir. İşte ekonominin ve ticaretin çekirdeği eriyecek olursa yeni fidan yetiştiremeyeceğimiz demektir. Acilen bu çekirdeği kurtarmamız gerekliliğine inanıyorum.
Saygılarımla.
Evet hocam kesinlikle katılyorum küçük ve orta ölçekli şirketler yok olmaya başladı.
İşte bu son kırizde dayanabilenler dayandı dayanamayanlar yani küçük ve orta ölçekli firmaların bir kısmı gitti ve hayatta kalanlar özellikle imalat yapan firmalar bu küçük firmaların işlerinin de onlara kaymaya başlamasıyla kapasitelerini arttırmaya başladılar.Ama hiçbir şekilde bu firmalar ile ilgili kurtarma operasyonu yapılmamaktasır.Bakalım bu gidişin sonu ne olacak…
Saygılarımla.