Çarşamba günü (11.02.2009) açıklanan bütçe gerçekleşmeleri, Türkiye ekonomisinde uzun süredir sorun yaşanmayan bir konuda tehlike çanlarının çalmaya başladığını gösteriyor gibiydi. 1994 ve 2001 krizlerinin öncesinde, kamu açıklarıyla ilgili sorunlar, ekonomik sorunların liste başındaki yerini işgal ediyordu. 2001 krizi sonrasında yıllara yaygın olarak sağlanan bütçe disiplini, kamu açıklarını yönetilebilir bir duruma getirdi. Bugün kamu açığının yükselmesi riski ile yeniden karşılaşınca, eski tartışmalar yeniden gündeme gelecektir. Ancak, durum bu kez çok farklı.
Öncelikle ekonomide maalesef kamu açığının artması seçeneğinden başka bir çözüm yolu görünmüyor. Dünyada ve Türkiye’de ekonomiyi yönetenlerin ekonomik denge uğruna mali dengeden feragat etmeleri olağan karşılanmalı. Türkiye için ek bir fırsat daha var ki kesinlikle es geçilmemeli: Dünya standartlarına göre açıklanamayacak düzeyde yüksek olan dolaylı vergi yükünün hafifletilmesi fırsatı. Kriz vesilesiyle, özel kesimin tüketim iştahını sınırlayan bu yük, talebin uyarılmasında katkı sağlayacak büyüklükte.
Öte yandan, ekonomiye şırınga edilen likiditenin orta ve uzun vadede hiperenflasyona yol açabileceği şeklinde ifade edilen görüşlere katılanlardan biriyim. Dolayısıyla, kamu kesiminin giderleri artırmak yerine, gelirleri azaltmasının daha rasyonel bir çözüm olduğunu düşünüyorum.
‘Enflasyon her zaman parasal bir olgudur’
1960’larda itibar kazanan Monetarist akımın öncüsü Freidman’ın klasikler arasında sayılan cümlesi, yarın için de değerini koruyacak bir söz. Bugünlerde açıklanan ek paketlerle piyasaya sürülen trilyon dolarların ilk bakışta ekonomileri kurtaracak can simitleri olduğunu ama piyasaya sunulan satın alma gücünün, krizin fiyatlar üzerindeki baskısı hafiflediğinde enflasyonist etki yaratacağını bir kez daha hatırlatıyor.
IMF’le imza seçim sonrasına mı kaldı?
IMF ile iki konuda sorun çıktığı ve müzakerelerin şimdilik devam etmediği açıklanır açıklanmaz, tarımsal desteklerin seçim öncesinde yapılacağı ilan edildi. Mali denge-ekonomik denge arasındaki tercihi, her zaman mali denge ve sıkı para politikası lehine kullanan IMF ile anlaşmanın güç olduğu kadar, yanlış olduğu da yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Belki şartları ağır olmayan bir ihtiyati stand-by, arzulanan morali sağlayabilir. Ama IMF’nin önceliğinin Türkiye ekonomisinin ihtiyaç duyduğu genişlemeyle örtüşmediği de artık en keskin stand-by yanlıları tarafından bile kabul ediliyor.
Yabancı basında Türkiye’nin IMF ile anlaşmasının zorunlu olduğu şeklindeki beyanların artması da yukarıdaki görüşü doğruluyor. Türkiye ekonomisinin dış ödeme güçlüğü çekmesi olasılığına karşın, dış kreditörlerin alacaklarını garanti altına alma isteği göze çarpıyor.
Seçim arifesinde seçmenin duygularına hitap eden çıkışlar, bugün IMF ile ilgili olduğu gibi, aynı zamanda yerinde müdahaleler de olabiliyor.