Roma’dan Soma’ya…

Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) bugünkü Avrupa Birliği’nin nüvesi. AKÇT’nun mazisi Avrupa Ekonomik Topluluğu’na, AET de zamanla Avrupa Topluluğu’na dönüştü. Uzun yıllar başka bahanelerle ağır sanayinin hammadesi sayılan kömür ve çeliğin savaşını veren Avrupa Ülkeleri savaşmakla bir yere varılamayacağını anlayıp yükselen ABD’ye karşı rekabet üstünlüğünü ele geçirmenin hesaplarını yapmaya başlamışlardı. 2002’deki Euro da en az diğerleri kadar önemli bir adımdı.
2004 yılında Türkiye’nin de imza koyduğu 1957 tarihli  Roma Anlaşması’nın ilk kez imzalandığı yerde AB’nin anayasası sayılan sözleşmeye yeni imzalar atılmıştı. Türkiye’nin yönü iyiden iyiye belli olunca 2009 yılında yürürlüğe girecek Avrupa Anayasası’na imza koyması uygun görülmüştü. Bütün bunları Türkiye’nin demokratikleşmeye dönük yüzünü hatırlatmak için yazıyorum. Demokrasinin işgüvenliği de dahil tüm bir hukuk ve ekonomik sistemini dayandırdığı uygarlık müktesebatından uzaklaştıkça nasıl bir rotaya doğru yol alacağını daha iyi anlamak için…
Gümrük Birliği ve tam üyelik müzakerelerinde takınılan tavır nedeniyle AB’den hiç de haz etmeyen bir vatandaş olarak tam üyelik değil Avrupalılık vizyonunun bir uyum zorunluluğu nedeniyle takip edilmesinden yana oldum.

Soma’dan Toma’ya…

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) sözleşmelerine  imza atmayan sayılı ülkelerden biri olduğumuz sıklıkla anons  edilirken, büyümeyle sosyal haklar, ulusal güvenlikle demokrasi arasında salınıp durduğumuz on yıllar saymakla bitmiyor. Soma’daki olayda bir de tartışmayı da bilmediğimiz gerçeği ile yüzleşmiş olduk.

Üniversite öğrencileri derste siyaset konuşmayı pek seven bir topluluktur. Bu isteğin su yüzüne çıktığı durumlarda onlara ‘camide, kışlada, okulda siyaset olmaz’ düsturuyla yanıt verilmesini uygun bulanlardanım. Fakat konu tarihin süzgecinden geçerek insan uygarlığının ulaştığı demokratik ve ekonomik standartlara gelince yorum yapmaktan kaçınmaya gerek yoktur. Dünya’da yaşayan her bir insanın hakkı olan yaşama hakkı gibi tartışılmaz konular, iş güvenliği gibi esaslar siyaset dışı alanlardır. Bunları tartışmaya başladığınız zaman bir bakmışsınız yönünüzü bambaşka bir rotaya dönmüşsünüz. Görülüyor ki, son günlerde, güvenlik vesvesesi ile gerçek güvenlik sorunu arasındaki farkı kavrayamamak da devleti dönüştürmeye başlamış.

Gezi’den sonra…
Yazının başında Roma Anlaşması’na atıf yapmıştım. 2004 yılında Türkiye ,  AB Anayasası’nı paraflarken nasıl bir siyasi-ekonomik atmosferdeydi?,  bugünlerde nasıl bir iklimde? karşılaştırmasını yapmak için…. Çağdaş bir demokratik hukuk devleti ve modern bir ekonomiye giden yolculuk uzun soluklu ve çeşitli kazanımlardan ödün vermeden çıkılması gereken bir sefer.

Gezi olaylarından sonra Kuzey Afrika’dan başlayıp Şam’a kadar gelen ateşin alevleri bize de mi sıçradı?diye düşünen bir devlet aklı hakim olmaya başladı. Bir yıldır her toplumsal olaya bir dış mihrak, en küçük bir direnişe medyanın kışkırtması gözüyle bakılır oldu.

Böyle toptan değerlendirmeler yerine olayların sebep-sonuç ilişkilerini irdeleyip gerçek nedenlerini analiz etmek gerekmez miydi? Mesela AB tam üyelik müzakereleri başladığı yıllar ve ertesinde oluk oluk akan yabancı fonlar, dış ve iç basında olumlu değerlendirmeler ve %10’lara dayanan büyüme oranları varken bu dış mihraklar, paralel devlet veya dış basın kuruluşları niçin Türkiye lehine yorumlar yapıyorlardı?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir