‘Orta Gelir Tuzağı’

Kavramı ilk olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Mayıs ayında Silikon Vadisi ziyaretinde dile getirmiş. Haberleri tarayınca, Gül’ün ardından Sanayi Bakanı Nihat Ergün, Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner, MÜSİAD Başkanı Nail Olpak ve İSO Başkanı Tanıl Küçük’ün peşisıra orta gelirdeki tuzağa dikkat çektiği görülüyor. Türkiye, son aylarda belki de daha çok ‘Ortadoğu tuzağı’ ile meşgul olduğundan, ekonomi basını da konuya yeterli ilgi gösterememiş olabilir.

Orta gelir tuzağı nedir?
Herhalde daha kolay anlatılabilsin diye, ekonomi dünyasında “10 Bin Dolar’da tıkanıp, rehavete girmek”, “Orta Gelir Tuzağı” olarak adlandırıyor (muş). Sanırım, atıl kapasitelerin kullanılması, dış tasarruf kullanımı ile büyümenin sınırlarına erişilmesi nitelenmeye çalışılıyor. İşgücünde ve/veya sermayenin verimliliğinde tıkanıklık yaşandığında, tabiri caizse aşırı sulamayla katma değer artışı sağlanamadığı anlatılıyor. 10 Bin Dolar’a takılmak bir neden değil sonuç. İktisatçıların sık vurguladığı ‘yapısal reform’ ihtiyacı dediği konunun sonucu.

Resmi belgelere göre,  2023 yılında 25 Bin Dolar kişi başı milli gelir rakamına ulaşılması hedefleniyor. Derlenen bilgilere bakılırsa; ‘Türkiye’de “Kişi Başına Düşen Milli Gelir” 2007 yılından bu yana kişi başına 10 Bin Dolar dolayında. Hükümetin hazırladığı Orta Vadeli Program’a (OVP) göre 2012, 2013 ve 2014 yıllarında da 10 Bin Dolar dolayında kalacak. Böylece, 2007’den 2014’e 8 yıl boyunca “Kişi Başı Milli Gelir” 10 Bin Dolar seviyesinde seyretmiş olacak’.

Sorun aynı ama farklı görünümleri var…

Büyüme belirli bir oranda takıldığında, cari açık, kur riski arttığında, özel kesimin borçluluğu veya tasarruf oranı sorun olarak göründüğünde, işsizlik ve enflayon oranları katılaştığında, kar marjları daraldığında, partiküler halinde zuhur eden ana soruna değinme gereği hissedildi demek ki. Bilim ve teknolojinin gelişmesi ihtiyacının, firma ve tüketici dengesinin kurulması gereğinin, vergi reformunun, ithal girdi bağımlılığının günün koşullarına göre ısıtılıp servis edilmesi, işte bu ‘yapısal reformlar’ adıyla anılan bir dizi önlemin alınıp-alınmamasıyla ilgili.

Bugün itibariyle tüm kaynaklar seferber edilse, tüm tedbirler de gündeme getirilse, Türkiye’nin 25 yaş üstü nüfusunun ortalama eğitim süresi 6,5 yıl gerçeği ile karşı karşıyayız. Bir kere bu konuyu bir üst başlık olarak yazmak gerekiyor. Eğitim süresi ve kalitesi, sadece işgücünün değil sermayenin verimliliğini de doğrudan etkiliyor çünkü. Ekonomik aktörlerin tümünü, iktisadi aklın bütün safhalarını kapsayan tek yatırım alanı, eğitim seviyesinin yükselmesi.

‘Tesis yok’ veya ‘eğitim şart’ klasiği… 

Yaşı müsait olanlar hatırlayacaktır: Türk takımları Avrupa Kupaları’nda açık farklarla mağlup olduğu, keza milli takımın ancak şerefli mağlubiyetlerle yurda döndüğü yılların söylemi… ‘Başarılı oluruz fakat tesis yok tesis…’ deniyordu yorum programlarında. Orta gelir tuzağı veya olimpiyatlardaki başarısızlık da benzer bir tartışma çerçevesine girmek üzere. Bu defa tesis de var, tüketici de, işadamı da, yatırımcı da. Ama nitelik sorunu ekonomik yaşamda sayının çok ötesinde etkili olduğundan, tıpkı ‘tesis yok’ günlerindeki gibi ‘bir şey eksik ama ne eksik?’ diye sorulduğunda, hemen ‘ eğitim şart ‘ diye cevap verilebilir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir