Yirminci yüzyıl boyunca devam eden bir tartışma: Devletin ekonomiye müdahalesi. Kamu sektörünün bizzat işletmecilik yapmayı tercih ettiği, tümüyle planlamacı bir iktisadi anlayıştan, karma ekonomik modele, oradan da pür piyasacılığa doğru dalgalandı. Şimdilerde örtülü bir denetim modeline doğru geçiliyor olması, pek de farkına varılan bir süreç değil. Biraz olsun altını çizmek gerekebilir.
Şöyle ki; Bugün Dünya ekonomisinin içinde bulunduğu koşullar, doğrudan kamu işletmeciliğine ihtiyaç duymadan, devletin ekonomiyi kontrolüne imkan veriyor. Devlet politik atmosferin de etkisiyle kamulaştırmalara gitmeden işletmeler ve aile ekonomilerinin kaynakları üzerinde etkinlik sağlıyor. Bahsettiğim gibi, geçtiğimiz yüzyılın kamu işletmeciliği tartışması, yerini finansal piyasalara müdahale düzeyine bırakabilir.
Tarihten ders alınabilir…
Birinci Dünya Savaşı öncesinde filiz veren finansal balonlara, krizlere, piyasanın kontrolü ile cevap verilmişti. Balon şiştiğinde ve tabii ki patladığında, savaş ve iki büyük savaş arası dönemde, sermaye piyasalarının ve kredi rejiminin kontrolü artırıldı. Devletin toplam talep düzeyini şekillendirmesi gerektiğine ilişkin teoriler güç kazandı. Bugünün çok gerisinde bir varlık balonu dahi, mevduat ve yatırım bankacılığının ayrılmasına, anti-tröst yasalarının, rekabeti geliştiren sistemlerin dizaynına götürdü Dünya’yı. Tabii ki, Doğu Bloku’nun oluştuğu yılların ardından, planlı ekonomi ve karma ekonomi çalışmaları, ideolojik rekabetin bir unsuru olarak da kullanılmış oldu.
Türkiye’nin de nasiplendiği bu iniş-çıkışların merkezinde yine kamu işletmelerinin iktisadi etkinliği veya etkinsizliği bulunuyordu. Uluslararası yatırımların, özellikle hammadde üretiminde rol alan yabancı yatırımların zaman zaman devletleştirildiği, bir süre sonra bir furyayla özelleştirildiği dönemlerden geçildi.
Finansal piyasaların bugünkü seviyesi ile kamulaştırılması, devletin sektöre ortak olması tartışılmıyor. Çünkü buna gerek duyulmuyor. Kamu kesimi, kredi politikasını, mevduat ve borçlanma faizlerini, bankalararası borçlanma koşullarını belirlemeye devam ediyor. Dünya üzerinde çeşitli bağımsızlık düzeylerine sahip Merkez Bankaları aracılığıyla kaynakların yönünü dilediği gibi şekillendiriyor. Kimi doğrudan hükümetlerin emrinde, kimi gerçekten bağımsız, kimi de Avrupa Merkez Bankası (ECB) gibi ortak yönetilen kuruluşlar. Ama, sonuçta bunların hepsi, doğru veya yanlış toplum adına karar vererek kamu görevi yapmış oluyorlar
Devletlerin kredi kartı: Mali piyasalar…
Finansal piyasaların bir aktarım değil, birikim modeli olarak kabul edilmesi ile birlikte kamunun müdahale alanı da reel sektörden mali piyasalara yöneldi. Tabii bu noktada belki de doğru algılanamayan özellik aslında gayet basit…
Tıpkı kredi kartı kullanımında olduğu gibi: Kredi kartı bir ödeme aracı olarak son derece pratik iken, bir kredi veya kaynak temin aracı olarak kullanılmaya çalışıldığında, bir süre sonra işlevini kaybetmeye yüz tutuyor.
Reel sektörün ihtiyaç duyduğu yatırım imkanları ile tasarruf sahiplerinin birikimleri arasında bir köprü olarak son derece etkili bir mekanizma olan bankacılık sektörünün ekonomilerin gelişmesine katkısı küçümsenemez. Keza, firmaların halka açılmasını, çok ortaklı yapıların büyük yatırım fonlarına sahip olmasını sağlayan, özel sektörle birlikte devletin de borçlanma araçları ihraç ettiği sermaye piyasaları da önemli işlevleri yerine getiriyorlar.
Sorun, aracılıktan, fiktif bir kaynak üretimine geçildiğinde başlıyor ve kamu müdahalesi ihtiyacı da bu noktadan sonra başlıyor. Önümüzdeki yıllarda bu konunun tartışılacağı bir dönem olabilir. Zira, tüm Dünya’da şikayet edilen kamu işletmeciliği veya müdahaleciliğinin, daha büyük boyutlarda ve adı da konmamış biçimi hayata geçmeye başladı. Faiz koridorları, tahvil ihraçları, konsolidasyonlar, türev araçların piyasadan çekilmesi veya ihracı gibi farklı adlarla çağrılan uygulamaların nihai etki alanı, özel kesimin harcama gücü.