Ziya Paşa’nın Latincedeki ünlü “si vispacem para bellum” yani “barış istiyorsan savaşa hazır ol” sözünü bir şiirinin içinde kullandığı veya bu sözden esinlendiği bilinir. Bugünün asimetrik savaşları için nasıl bir ekonomik hazırlık yapılmalı diye düşünürken aklıma geldi. Geçen yüzyılın topyekûn savaş atmosferi, ekonomiler bakımından savaşa hazırlığın da savaşa uyum maliyetinin de daha okunaklı olduğu bir döneme karşılık geliyordu.
“Dönemlerin savaşa hazırlık bakımından benzerlikleri ve farklılıkları değerlendirildiğinde örneğin Rusya ile Türkiye gibi aralarında uçurum olan iki siyasi ve ekonomik gücün savaşa dönüşmesi nasıl önlenebilirdi?” diye düşünülmeli. II. Dünya Savaşı’nı sürükleyen faşist/diktatör lider tipinin yol açacağı tehlikelere şükür ki maruz değiliz. Ne geceyi kötü geçirince Polonya’yı işgal eden bir Hitler var ne de muhalifleri acımasız yöntemlerle susturmak için savaşı bir iç politika enstrümanı olarak kullanan Musollini…
Gündelik hayata ekonomik ilişkiler ve bağımlılıklar egemen
Şair, yazar veya ressam avına çıkan bir Franco da yok dünyada. Kısacası bugün için ciddi devletler sadece uluslarının ölüm-kalım mücadelesi için savaş seçeneğini hayata geçirebilirler. Ya da en azından öyle olması gerekir. Helen’i Troya’ya kaçırdı diye kıskançlık krizine giren ve bugünkü Yunanistan ve adalar toplumunu savaşa zorlayan liderler var olmaya devam etseydi ortada savaştan koruyacak bir uygarlık da kalmazdı herhalde.
Uluslararası ekonomik ilişkilerin ve bağımlılıkların gündelik hayata egemen olduğu bir çağdayız. Artık ne tüketici ne de seçmen olarak hiçbir vatandaş basit olayların ülkeyi savaşa sürüklemesine razı olmayacaktır. Sermaye piyasalarındaki fon akımı reel ekonominin kat kat üzerinde bir satın alma gücünü bir günde ülkeden ülkeye taşımaya muktedir. Küçük bir gerginlik bile uluslararası yatırım kararlarını negatif yönde etkiliyor. NATO’nun veya Varşova Paktı’nın birlikte kendi üyelerini kayıtsız şartsız korudukları bir anlayış da yok artık.
“Savaş politikanın uzantısıdır.”
“Barış istiyorsan savaşa hazır ol” düsturuna geri dönelim. Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’na girmediği halde birkaç milyonluk bir orduyu hazır etme maliyetinin ne olduğunu herkes en azından kendi aile büyüklerinden dinlemiş olmalı. “Savaşa dahil olmama” hedefi yakalanmış bile olsa izleyen yıllarda ülkeyi bir borç ve tüketim sarmalına ikna eden politik algı bu yıllarda oluşmuştu.
Cari açığının önemli bir bölümünü kısa vadeli sermaye akımları ile karşılayan Türkiye gibi ülkelerde olası bir savaşın ilk maliyeti cari açığın finansmanında görülecektir. Petrolünü, doğalgazını ithal etmek zorunda olan, gündelik hayatı dahi dış ekonomik ilişkilere bağımlı bir toplumun bir zorunluluk olmaksızın savaşa girmesi ekonomik olarak son derece yanlıştır.
Her şeye rağmen, Prusyalı general ve entelektüel Carl von Clausewitz’in dediği gibi “Savaş, politikanın uzantısıdır.” Tümüyle ekonomik bir fayda-maliyet hesabına dayanmaz. O hâlde mesele, savaş kararının hangi politikanın uzantısı olduğudur.