İki yıl öncesinden devralınan gecikmeli tartışma konularından biri ‘faiz haddi’. Bir parça ideolojik alanı kaşıdığı için arada bir yerli yersiz podyuma çıkıp kulise geri dönebiliyor. Bugünlerde gündemde olmasa da yakında mutlaka tartışılacağa benzer. Niçin böyle düşündüğümü anlatmaya çalışayım.
Dünya’da faiz ‘negatif’…
Öncelikle, Dünya’nın önde gelen ekonomilerinde faiz haddi negatif oranlara dönüyor. Yani, tasarruf sahiplerinin paralarını emanet ettiği bankaların ödedikleri faizler enflasyonla karşılaştırıldığında, sonuç pozitif çıkmıyor. Tasarruf ettiği için cezalandırılan bir tüketici, daha çok tüketsin, piyasadaki durgunluk aşılsın isteniyor. Likidite bolluğu da cabası. Bir başka açıdan, bankaların pozitif faizleri ödeyebileceklerine ilişkin endişeler var.
Söz Türkiye’ye geldiğinde, iki yıl öncesinde ekonominin soğutulması için faiz artırımı önerisine sıcak bakmayan Merkez Bankası, faiz haddini artırmaksızın paranın maliyetini artırma yolunu seçti. Evet… Doğrudan faiz oranı (kamuoyunda politika faizi olarak bilinen oran) artırılıp, harcama ve kredi eğilimi sınırlandırılmadı. Fakat, BDDK ile birlikte karşılıklar politikasında, bankaların kendi aralarında yaptıkları fon alışverişinde, paranın maliyetini artıracak önlemler uygulandı. Şahsen beklemediğim biçimde başarılı da oldu bu politika. Faiz haddinin doğrudan artırılması veya yabancı fon girişlerinin vergilendirilmesi daha çabuk sonuç verebilirdi. Ekonomi yönetiminin ve özerk kuruluşların politika tercihi, bankaların kendi aralarındaki likidite eksik ve fazlasını birbirlerine devrettikleri faiz oranlarını değiştirmek yoluyla ekonominin soğutulması oldu. Bir biçimde paranın maliyeti artmış olduğundan beklenen etki biraz daha dolaylı yoldan sağlanabildi.
Yabancı yatırımcı için Türkiye’deki faiz getirisi artıyor…
Türkiye’de faiz haddi ile ilgili olası tartışmaların bundan sonraki eğilimini belirleyecek sorun da bu noktadan itibaren başlıyor. Türkiye ekonomisinin finansal dengesi ile reel dengesi bakımından farklı faiz algıları oluşuyor. Yabancı yatırımcı için Türkiye’de faiz oranı artmış olmasa da getirisi artmış oluyor. Çünkü, Batı ekonomilerinde faiz oranları da, enflasyon oranı da Türkiye’ye göre negatif seyir izledi. Aradaki faiz farkı açıldığı için Türk finansal piyasasının faiz getirisi yükselmiş oldu. Dolayısıyla, daha yüksek faiz ödeyen bir ekonomi olarak fon akımının kesintiye uğramasına engel olundu.
Faiz oranının finansal piyasaların yönü bakımından muhtemel etkileri kabaca yukarıdaki gibi ama reel sektör açısından farklı olabilir. Türkiye’deki tasarruf artışının sağlanması için tasarrufların tüketime göre daha cazip kılınması gerekiyor. İşin içine enflasyon da girdiğinde, bugünkü faiz seviyesi finansal açıdan yeterli, reel sektör bakımından ise yatırımcıyı destekler yönde. Fakat tasarruf etmeyi kolaylaştıran bir faiz haddi mi? İşte orası tartışmalı. Sanırım tasarruf seviyesinin artışı için en iyi yöntem, gelir artışı üzerinden sağlanacak tüketim fazlasının ekonomiye tasarruf olarak kazandırılması olacak.
Döviz kuru ile faiz haddini veya altının getirisini karşılaştıran nadir ekonomiyiz…
Faiz haddinin, tasarruf sahibi açısından Türkiye ekonomisine özgü bir başka kerteriz noktası, ‘döviz kuru’. Enflasyon haricinde döviz kurunun tasarruf hacminde bu denli etkili olmasında tasarrufçunun psikolojisi var tabii ki. Uzun süre devam eden enflasyon ve ‘para ikamesi’, Türkiye’deki tasarruf sahibinin alışkanlıklarını şekillendirmiş durumda. Avrupa ekonomileri ortak bir para birimi kullandıklarından, döviz kuru üzerinden yapılabilecek ekonomik düzeltmeleri fırsat olarak değerlendiremezlerdi. Zira, hiçbir ülke tek başına devalüasyona giderek ekonomisini daha rekabetçi kılamıyordu. Türkiye’deki tasarruf sahibinin faiz haddi ile ilişkisi bu bakımdan giderek daha da orijinal hale geldi.
Öncelikle döviz kuru tatminkar bir getiri sağlamaktan uzak seyrettiğinde (reel kur düşük olduğunda), mevduat ve diğer formel enstrümanlara yönelmeyi uygun görüyor. Yahut, tüketimden vazgeçmenin bedelini yeterli bulmuyor. Bu nedenle özellikle Türkiye ekonomisi sözkonusu olduğunda, faiz oranını, karşılaştırmalı, çok boyutlu ve dinamik bir değerlendirmeye tabi tutmak gerekiyor.