Belli ki insanlığın büyük kısmı yaşam tarzına karşı öfkeyle doluymuş. Covid-19’la ilgili tıbbi yorumların dışındaki pek çok söylemin yüzeyinde dikkat çeken ilk duygu, sizce de bu değil mi? Virüs, insanları alışılagelmiş tüketim kalıplarından uzaklaştıran, özellikle gösteriş tüketimini zorunlu olarak azaltan yanıyla ‘oh olsun’ diyen milyonların sesi olmuş gibi…
Böyle olmasının altında yatan düşünce iklimi nedir peki?
Ekonomik olarak sadece tüketim yoluyla kendisini ifade edebilen milyarlarca insanın aslında kendinden de memnun olmama halinin sosyo-ekonomik altyapısı nasıl açıklanabilir?
Asıl soru belki de şu: Düzeni tersyüz eden virüse ihale edilen değişim arzusu, niçin normal yollardan sağlanamıyor?
Bu soruların yanıtı, gündelik yaşam döngüsünün içinde yatan bastırılmış siyasallaşma arzusunun yeterince tatmin edilememesi olarak tercüme edilebilir mi?
Virüs, olağan sayılan bazı şeyleri değiştirdiğinde, mesela anlı şanlı süper güçlerin hastalık karşısında acziyetini gösterdiğinde, insan ırkının büyük çoğunluğunda neden tarif edilemez bir ‘beter olun!’ söylemi gelişiyor?
Uzayıp giden bu ve benzeri soruların yanıtlarına erişmek için piyasa ekonomisinin genlerinde gömülü atomizasyonun araştırılması isabetli olabilir.
Piyasa (tam rekabet piyasasını kastediyoruz elbette), teorik olarak sayısız karar alıcının talebi ile fiyat ve arz oluşturan bir mekanizmadır. Bu mekanizmada, hiçbir kişinin ve kurumun tek başına en doğru kararı verdiğine inanılan ‘görünmez el’in kararlarından daha doğru iktisadi sonuçlar elde edemeyeceği kabul edilir. Dolayısıyla aksak rekabet, kaynakların en doğru şekilde kullanımını engeller.
Bu piyasa teorisinin ürettiği dünyanın siyasal sonuçları arasında, bireylerin de verili siyasal kurumların dışında siyasetin-ekonominin geneline ilişkin bir yönlendirme yapamayacağı gibi zımni bir kabul vardır aslında: İktisadi hayat giriftleştikçe tüketiciye gizliden gizliye ‘sen bu işlerden anlamazsın, boş ver yaşamana, tüketmene bak’ diyen bir çağ döngüsü.
Böyle olunca, bilinen siyasallaşma tecrübelerinin haricinde meydana gelecek olası konfor maliyetleri bireyler için katlanılamaz görünebiliyor. Değişim, demokrasinin toplumların, bireylerin meşrebine göre ‘outsource’ ettiği, salgınlara, savaşlara, mistik öğretilerin alanına ait ‘kerameti kendinden menkul’ evrene ait bir öge olarak görülüyor.
Bu görüşler çoğu zaman doğru olsa da uygarlığımız bakımından teorinin etkilerini sorgulamanın hâlâ önemini koruması, bugünkü haliyle liberal demokrasinin teknik olarak doğru çalışmadığını gösteren delillerden yalnızca biri.
En başta, bir virüse bu kadar rol biçmek her yönüyle pasifist söylemi çağrıştırmıyor mu?
Sağlık yatırımlarının seçkinciliği, sosyal güvenlik desteklerinin yetersizliği dışında Batı demokrasilerinin pek çok bilinen eksiğini görmek için milyon sayıda can kaybı mı yaşanması gerekiyordu?

Annenin çocuktan kaçtığı, babanın oğluna yan baktığı, adeta kıyamet tasvirlerini andıran sahnelerin oluşması insan ırkının ortak sorumluluğu. Bazı devletlerin salgına hazırlık ve tedbirler konusunda daha başarılı veya başarısız olması yarın faturanın birlikte paylaşılacağı gerçeğini değiştirmiyor.
Düne kadar Ortadoğu semalarında dolaşan savaş uçaklarına milyarlarca dolar ödeyen Amerikalı vergi mükellefi ile New York semalarında ceset kokusuna gelen akbabaları görünce şaşıran seçmenler aynı değil mi?
Suriye’de evini kaybeden ailenin uğradığı kayıpla göç etmek zorunda kaldığı ülkede yol açtığı ‘maliyet’ karşılaştırılıyorsa, virüsle mücadelenin etkinliği de küreselleşebilmeli.