Yıllardır ‘yatırım sorunları’ dendiğinde söylenir dururdu: ‘Bürokrasi azaltılsın’. ‘Yabancı yatırımcı bir fabrika kurmak için şu kadar yere müracaat ediyor’. ‘Bu kadar izin belgesi almak zorunda kalıyor’ diye. Belki benzer problemler bugün de var. Elektronik haberleşmenin katkısıyla azaldığı söylenebilir. Kamudaki yetişmiş insan gücünün bakış açısındaki değişikliğin payı da cabası. Uluslararası standartlara, endekslere bakılırsa, Türkiye yabancı doğrudan yatırımlar açısından hala gerilerde. Sanırım Türkiye bu sorunu bir prosedür değil de bir iklim sorunu olarak algılamadıkça önemli bir doğrudan yatırım artışı görmek mümkün olmayacak.
Yerli girişimcinin durumu…
Türkiye ekonomisinde sermaye yoğunluğu artan sektörlerde yeni girişimci sorunu olması doğal. Yeni yatırım için giderek daha fazla finans kaynağı ve çok ortaklı yapılara ihtiyaç duyuluyor.
Fakat ilk girişim için küçük ve orta büyüklükteki işletmelerde de (KOBİ) yukarıda bahsettiğim regülasyonların düzeyi sınırları zorluyor. Devletin elindeki entegre elektronik imkanlar zaten giderek kayıtdışı kalmayı güçleştiriyor. Bırakın bir işletmeyi, bir vatandaşın parasal sonuç doğuran işlemlerini sistemin dışında tutması mümkün değil artık. Bu noktada bir sorun yok.
Fakat ekonominin büyüme marjındaki tıkanıklığın arkasında sıralanan pek çok iktisadi çevrim sorununun arkasında bugünkü regülasyon seviyesinin de etkisi olabilir. Merdivenaltı üretimi önlerken, yenilikçi girişimciyi, genç müteşebbisi nasıl iş hayatına dahil edebiliriz? diye düşünmek zorundayız. Bir işletmede çalışmak üzere olanlar için genç ve kadın istihdamına yönelik epey bir teşvik uygulandı. Buna karşın yeni iş kurmak isteyenlerin yararlandığı teşvik sistemi daha çok KOSGEB destekleri ile sınırlı.
1980’lerin Japonya’sını hatırlayalım…
Bundan otuz yıl önce tüm Dünya’ya mal satan, biriken sermayeyle Amerikan şirketlerini satın almaya başlayan Japon şirketlerini okuyor, dinliyordunuz. ‘Japon mucizesi’, ‘Japon üretim kültürü’, ‘Japon kalite anlayışı’ şeklinde çeşitlemeler kitapçı raflarını süslüyordu. Üniversitelerde kürsüler açılıyor, TV’de programlar düzenleniyordu.
1990’lardan itibaren inişe geçtiğinde bu defa Japon ekonomisinin hangi nedenlerle yerinde saymaya başladığı yeterince sorgulanmadı. Zira, Japonya’nın verdiği dış ticaret fazlası tasarruf artığı olarak Batı’daki sermaye piyasalarına akmaya devam ediyordu. Japon ekonomisi harcamadıkça, birikimini gelişen pazarlara aktarmaya devam etti.
O günlerde yeni ürünler sıklıkla Japonya’da da üretilse, patent sayılarında, işletme kuruluşlarında ABD’nin üstünlüğü devam ediyordu. Nitekim, Japonya işgücünü gereğinden fazla stabilize ederek, tüketimin ve yeni işletmelerin önüne görünmez bir engel koymuş oldu. ABD ekonomisi esnekliğini koruduğu için rekabet üstünlüğünü yeniden ele geçirdi.
Bugünün Japonya’sında, Japon Merkez Bankası (BOJ) politik rüzgarı da arkasına alarak toplumu tüketime teşvik ediyor. Enflasyona ve sonrasında faiz artışına yol açarak iç pazarı hareketlendirmenin yollarını arıyor. Böyle olunca da, Batı’lı siyasetçilerden ‘kur aracılığıyla haksız rekabet yaptığı’ eleştirisi alıyor.
‘Orta gelir tuzağı’na düşülmesinin nedeni sadece eğitimli işgücü eksikliği değil…
Birkaç yıldır kişi başına gelir 10 Bin Dolar seviyesinde ayak sürüyünce, literatürden ödünç alınan ‘Orta Gelir Tuzağı’ kullanışlı hale geldi. Orta Gelir tuzağı ile ilgili pek çok değerlendirme, kapıyı ‘eğitimli işgücü’ ya da ‘ara eleman’ vurgusuyla açıyor.
Halihazırda mevcut işletmelere kaliteli ara eleman temini yanında, işletme kuracak, kendisinin yanı sıra yeni ve farklı işgücünü istihdam edecek işgücünü iş hayatına yaklaştırmak belki de daha kritik bir hedef olmalı. Burada saklı üretim potansiyeli, rekabeti kur rekabetinden inovatif üstünlüğe taşıyacaktır.