2008 krizinden önce ve sonra bu köşede yazılanlara dönüp baktım. Kriz öncesinde yeterince karamsar, kriz sonrasında gereğinden fazla iyimser yorumlar dikkat çekiyor. Bugünlerde uluslararası basında Türkiye ekonomisinin kırılganlığı ile ilgili yorumlar öne çıkınca ‘acaba maksadını aşan bir kötümserlik baskısı mı etkili oluyor?’ diye düşünmeden edemiyorum.
Önce, kriz sonrasındaki kişisel yanılgımdan bahsedeyim. Mesela; ‘Dünya’da artık geniş likidite dönemi sona ermiştir’ diye bir cümle sarf edilmiş. O günlerdeki hava hatırlanırsa, krizin bir emlak balonuyla başlayıp, zincirleme bir risk yönetimsizliğinden kaynaklandığı anlaşılmıştı. Hükümetler de kişilerin ve kurumların borçlanmalarına çanak tutmuştu. Kriz öncesindeki mahcup uyarılara dahi kulak tıkayan Merkez Bankaları sonrasında söylenenlere hiç kulak asmamış, likiditeyi genişletmeye devam etmişti.
Bugünkü kriz aşırı genişlemenin ürünü…
Kriz sonrasındaki çözümün, bu geniş harcama gücünün piyasadan çekilerek ekonominin üretkenlik düzeyiyle harcama gücünün birbirine yakınlaştırılmasından geçmesini ummuştum. Tam tersi oldu, Dünya ekonomisine yön verenlerin çözüm olarak sunduğu formüllerin tamamı daha çok para basma ve borçlanma üzerine kuruldu. Keynes’e bile rahmet okutacak harcama iştahını tetikleyen hükümetlerden çekilme bekleyen kendi görüşümü, şimdilerde amatörce bir iyimserlik olarak algılıyorum.
Dizayn edilen yeni panzehir, hastalığa sebep olan zehirin güçsüz hale getirilip organizmaya aşılanmasından ibaretti. Gelişmiş ekonomiler sorunlu dönemlerini henüz atlatırken, gelişmekte olanlar hormonla büyüyen bedenlerini beslemek için daha çok gıdaya ihtiyaç duyar hale geldiler. O büyük gün geldi, piyasadaki aşırı likidite geri çekilmeye başlandı.
Diyet veya normalleşmek…
Bugün Türkiye’nin de aralarında bulunduğu yaklaşık 10 ekonominin ana sorunu küresel sermayenin portföy yatırımı iştahındaki problemler. Tersinden okursak, kendi ülke ekonomilerinin normalleşmesiyle nispeten riskli gördükleri ülkelerin ödediği faiz veya menkul değer getirilerine ihtiyaç duymamaları.
Kırılganlığın birinci ölçüsü döviz borcu…
Yazının başında Türkiye hakkındaki görüşler maksadını aşıyor mu? Yabancı basın Türkiye’nin politika atmosferinden yararlanıp yatırımların yönünü mü değiştirmeye çalışıyor? mealinde sorular vardı. FED’in yeni başkanı Yellen’ın sunduğu bir rapor tam da bu sorunun cevabını vermeye uygun bir metin. Ülkelerin kırılganlık sıralamasında birçok kritere yer veriliyor. Ortak nokta ‘döviz borcu’. Türkiye’nin kırılganlıkta üst sıralarda olmasının nedeni de döviz riskinin yüksek olması.
Sürpriz değil ama bu konulardaki algı her zaman musibet-nasihat sıralamasına sadık kalarak oluşturuluyor. Sadece Türkiye’de değil Dünya’da da öyle. Döviz riskinin çeşitli açılımlarından en bilineni, tabii ki cari açığın milli gelire oranı. İkincisi, Türkiye’nin şansını fazla zorladığı özel sektörün döviz yükümlülüklerinin yüksekliği. Sanıldığının aksine, politik ortamın katkısı Türkiye’nin sorunlu ekonomiler arasında sayılmasında hatırı sayılır bir değişken değil. Kamu borcu yüksek olsa belki yine bir IMF ve stand-by anlaşması gündeme getirilecekti. Bu defa dövizi bulması gereken daha çok bireyler ve şirketler. Farklı bir deneyim olacağı anlaşılıyor.