Türkiye’de İsrail’le ilgili sözel kültür geniştir. Sorsanız her önüne gelen İsrail’le ilgili bir düzine hikâye anlatabilir. Birbirinden bağımsız olarak anlatılan her usulsüz İsrail icraatının arkasında, doğruluk payı olduğu kadar, bu devletin dünyaya yaydığı “örtülü operasyonlar ülkesi” imajının da etkisi vardır.
Gündelik değerlendirmelerin yoğunluğu arasında İsrail’in nasıl bir devlet modeli olduğu yeterince vurgulanmıyor. Ekonomik ilişkileri, dünya ekonomisi içerisindeki rolü, bu rolün siyasetlerine etkisi yeterince değerlendirilmiyor.
Her şeyden önce İsrail’in agresif yönetim politikasının ardında, demokratik bir ülke olmaması yatıyor.
Düşünün ki, satın alınan bir toprak parçasında, sadece belirli bir dine etnik olarak mensup, askeri bir devlet var. Bu devletin şeklen siyasi partiler, serbest seçimler, genel oy gibi esaslara bağlı bir demokrasisinin var olması, gerçekten demokratik olduğunu gösterir mi? Gazze’ye yardım götüren geminin saldırıya uğraması 27 Mayıs’ın yıldönümüne yakın günlere denk gelince aklıma bu ve benzeri sorular geldi.
Özellikle 1970’lerin başında, petrol fiyatlarındaki artış, Yom-Kippur Savaşı, para basımından altın standardının terk edilmesi olaylarının sonucunda, menkul değerleşen ekonomiler, refah devleti tezinin bir kenara bırakılması… Son yıllarda dünya ekonomisinin geçirdiği evrimin de İsrail ve benzeri sermayedar devletlerin etkisinde olduğu söylenebilir.
Farkındaysanız firmaları sayısı belli olmayan hissedarlara hoş görünme çabasındaki CEO’lar; ekonomileri de ticari hareketin kat kat üstünde değerdeki hisse senedi, tahvil ve bono piyasasının durumu yönlendirmeye başladı. Sözün özü, küresel iktisat ideolojisi, tarihsel olarak oradan oraya sürülürken sürekli likit kalmak zorunda kalan Yahudi sermayedarların tam da uzmanı olduğu alana doğru hareket etti. Bankaların, aracı kurumların, yatırım bankalarının, sigorta şirketlerinin ellerindeki finansal araçlara hâkimiyet, ekonomiyi de medyaları da toplumu ve sonuçta demokrasileri de yönlendirdi.
Ekonomi, kimsenin aksini iddia edemeyeceği bir özerklik alanı içerisinde menkul değerler bakımından değer ifade ettiği kadar, demokrasi de bunlara sahiplik oranında evrimleşti. Bugün ABD’nin de İsrail’in de, benzerlerinin de gerçek anlamda demokratik olmayan “yeni tip demokrasi”ler olduğu için küstahlık derecesi bakımından sınırsız özgürlüğe sahip olmalarının nedeni, güç tanımının “piyasa görünümlü askeri müteşebbislik”, “hesabını kimsenin bilmediği türev araçlardan oluşan menkul kıymetleşme”, “demokrasi görünümlü partiler plütokrasisi” sacayağından oluşması. İşin kötüsü “yeni normalin” özenilen yönetim modelinin tam da bu sacayağından ibaret olması.
27 Mayıs’la ilgili yazılıp çizilenlere baktığınızda, 1960’ın şartları içerisinde dışa kapalı ithal ikameci planlı bir ekonomik modelle birlikte, “sakıncasız” demokratik partilerden oluşan, güçler ayrılığının bizim anladığımız anlamda erkler ayrılığı lehine değil, seçilmişler ile atanmışlar arasında oluşturulan yeni eşitliğin lehine oluşturulması var. Bu işin teorik görünümü… Beşeri ve cumhuriyetimize ilişkin yönü ise 1960’la, idamlar, örtülü operasyonlar, parti kapatmalar, savaşa ve gerginliğe yatkın bir askeri demokrasinin yolunun açılmış olması. Aynı “darbeder” etkilerin izdüşümlerini Güney Amerika’nın pek çok ülkesinde ve Yunanistan’da da takip etmek mümkün.
Tam demokrasi ve gerçek piyasa ekonomisi bir modelse, aksak demokrasi de tabii ki yanında ekonomik reçetesi ile birlikte kurum ve kurallarıyla bir model haline geldi. İsrail de söz konusu devlet modelinin şahikası. İran gibi eleştirdiği modeli aslında referans alan diğerleri de muhalefet rolünü kaptı. Uluslararası eleştiriden muaf tutulan yüzlerce operasyon, hormonlu iktisat politikaları sayesinde kaynak ve onay buldu.
Ekonomik olarak tümüyle İsrail dışındaki Musevilerden beslenen ideolojik model, saydam bir demokrasiyi kurmak için fazla radikal. Dış kaynağı çekmek için giderek de radikalleşmek zorunda. Bugün İsrail Merkez Bankası Bilançosu’nu gören ortalama ekonomi bilgisine sahip bir uzman, aksak demokrasi, radikalleşme, askeri endüstriyel kompleks, diasporaların menkul değerler üzerindeki gücü vb. faktörlerin tamamını bu bilanço üzerinden rahatlıkla okuyabilir.
Aynı şekilde, 27 Mayıs sürecine giderken Türkiye ekonomisinin gelişim çizgisini izleyen bir başkası da, demokratikleşmeden rahatsızlık duyan bir bürokratik kadronun özlemlerini, 12 Mart, 12 Eylül darbeleri ile Türkiye’yi nasıl bir çizgiye çekmeye çalıştığını gözlemleyebilir. Aksak demokrasiden radikal bir sosyolojik yapı, saydam olmayan bütçeler, genel başkanları anti demokratik operasyonlarla değiştirilen siyasi partiler, gözü kapalı basın gibi rahatsız yapılar zuhur ediyor.
2010 yılının demokrat görünümlü anti demokratik aksak piyasa devleti modeli işte bu. İsrail’e haklı olarak kızarken, aklıma bunlar geldi. Yoksa bu sefer, kredi koşullarındaki pozitif gelişmeleri yazmayı düşünüyordum. Darısı bir sonraki yazıya…
Uğur hocam merhabalar. Çok can alıcı bir konuya değinmişsiniz. Ben bu yazınızı bir başka açıdan değerlendirip, sonuçta darbeder cumhuriyetten – derbeder demokrasiye değil; aslında, okuma alışkanlığı olmayan, geçmişini bilmeyen, safsata ve dedikodulara inanan, dilini – dinini – milliyetini unutmaya başlayan, ülkesinin kıymetini – varlıklarının ne olduğunu bilmeyen, uyuyan – derbeder topluma gelmek istiyorum.
Sayın hocam, Demokrasi antik çağlarda ilk olarak Yunanistan’ da, 1265 yılında Manga Carta Sözleşmesi ile kısmen İngiltere ’de, yanılmıyorsam 1776 da Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile ABD de, 1789 ihtilali ile Fransa ‘da uygulamaya konulmuş bir yönetişim şekli olup, Osmanlı da ise ilk olarak kısmen Sultan Abdülmecit döneminde “ Gülhane hattı hümayunu” ( Tanzimat Fermanı) ile, daha sonra II. Abdülhamit döneminde 1876 da I. Meşrutiyet, 1908 yılında da II. Meşrutiyet ve nihayetinde 23 Nisan 1920 de TBMM toplanması ile başlayan süreç 29 Ekim 1923 de Cumhuriyetin ilanı ile sonuçlanarak Ülkemiz o günün şartlarında batılı ülkeler arasında dahi en geniş haklara sahip bir demokrasiye kavuşmuştur.
Demokrasinin en kısa tarifi ise “halkın kendi kendisini yönetme şekli” dir.
Şimdi gelelim İsrail ‘e ve israiloğullarına…
1800 yıllarının sonlarında 1900 lü yılların başlarında, İngiliz ve Fransız devletleri, sanayi devrimi ile birlikte ekonomik yönden güçlenmişler ve bu arada sömürge ülkelerini de ellerinde tutma gayretindedirler. Bu arada Alman ve İtalyanlar ise,
Bu güce ulaşmaya ve pastadan pay almak ve ekonomik farkı kapatmak için çalışmaya başlamışlardır. Asıl mesele ise, Osmanlının hakimiyetinde bulunan Ortadoğu petrol rezervleridir. Bu rezervler özellikle İngilizlerin ilgisini çekmektedir. Şimdi 1. dünya savaşının çıkış sebeplerinin (bahanelerinin) üzerinde durmadan, savaşın Osmanlı cephesine ve İngilizlerin Osmanlı toprakları stratejisine baktığımızda, öncelikli olarak Petrol yatakları ( Arabistan – Irak ) ve Deniz ulaşım yolu (Süveyş Kanalı) savaşın İngilizler açısından en önemli nedenidir. Osmanlının Orta doğuda’ ki varlığına son verebilmek için Filistin / Suriye cephesini açmış, Hicaz cephesinde Mekke Emiri Şerif Hüseyin ile anlaşarak Osmanlı Ordularına birlikte savaşmış ve savaşı kazanmışlardır.
Birçok cephede İngiliz / Arap birliklerine yenik düşen Osmanlı, nihayetinde itilaf devletleri karşısında yenilgiye uğramıştır. Birçok tarihçinin Araplar 1. Dünya Savaşında Osmanlı ya karşı savaştımı / savaşmadı mı yorumlarına girmek haddim değil. Ancak bilinen bir gerçek, Padişahın “ Cihad çağrısına Arapların çoğunluğunun uymaması, bir kısımda olsa Arapların İngilizler ile Osmanlıya karşı savaşması, çok az da olsa bir kısım Araplarında Osmanlı Askerleri ile birlikte savaşması bir gerçek olsa da, bu Arapların Osmanlı Devletinin karşısında olmadığı anlamını taşımadığı kanısındayım.
Savaş sonrası ise İngiltere ve Fransa arasında özellikle petrol yatakları konusunda yapılan paylaşımlarda, Filistin bölgesi için uluslar arası bir statü istenmiştir.
MS 70 li yıllarda Filistin topraklarından sürülmüş ve dünyanın dört bir yanına dağılmış olan Yahudiler, 1. dünya savaşının bitmesi ile, İngilizlerle müşterek hareket ederek Araplardan para karşılığı büyük topraklar satın almış ve yine İngilizlerin teşvik ve çabalarıyla Birleşmiş Milletlerin 1947 de aldığı paylaşım kararından sonra 1948 de Yahudiler İsrail devletinin kuruluşunu ilan etmişlerdir.
Burada irdelenmesi gereken konunun İngiliz / Fransız yayılmacılık-sömürgecilik politikaları, güçlü devletlerin gölgesinde ve onların politikaları doğrultusunda ve öncelikli kendi menfaat ve hedeflerine ulaşmaya çalışan, özelliklede ülkede yaşamayıp dünyanın dört bir yanında yaşayan fanatik milliyetçileri tarafından finanse edilen, yayılmacı ve insani duyguları yoksun İsrail devleti. İşte bu devlet gücünü öncelikli olarak dünya çapında büyük sermayedarlarından almaktadır.
Sayın hocam, değindiğiniz gibi İsrail devletinin radikalleşmesi, dışarıdaki Musevilerden “ israiloğullarının 2000 yıllık rüyasını gerçekleştiriyorum” diyerek yardım alabilmektedir. İsrail ‘in hedefi topraklarda demokrasiden ve demokratikleşmeden bahsetmek mümkün değildir.
Gelelim ülkemiz “ Darbeder Cumhuriyeti ile derbeder Demokrasi” sine…
Ülkelerde demokrasinin yerleşmesi güçtür. Özellikle eğitim / kültür seviyesi düşük ülkelerde bu daha da zordur. Fransız ihtilalinden sonraki gelişmeler, ABD nin bağımsızlık bildirgesinden sonraki gelişmeler. Dahası, , ABD nin bağımsızlık bildirgesi 1776 da uygulamaya konulmasına rağmen, siyahlara oy kullanma hakkı yanılmıyorsam 1960 lı yıllarda verilmiştir. Oysa ülkemizde Cumhuriyetin ilanı ile tüm vatandaşlar, çok kısa bir süre sonra da olsa kadınlarımız da bu haklara sahip olmuşlardır. Ülkemiz demokrasisini zorlayan unsurların başında, Osmanlı dan gelme alışkanlıklarla, dini duygu ve düşüncelerin, siyasete / yönetim ve ticarete konu edilmesinde büyük rol oynadığı kanaatindeyim. Oysa; büyük çoğunluğunun Müslüman olan ülkemiz halkının, ümmet / millet ayrımını iyi yapması gerekmektedir.
Osmanlı da olduğu gibi günümüz dünya siyasetinde / ekonomik – ticari olaylarda, güzel dinimizi bizlere karşı kullanan bir çok ülkeler var. Keza kendi içimizde de…
İşte ilk alternatif siyasi söylemler din temeli üzerine oturtulunca, ilk ayrışmalar da başlamış olur. Bir toplumu / ülkeyi parçalamanın ilk yolu dini duyguları körüklemektir.
Herkesin dini duygu ve düşünceleri kendine aittir. Özellikle İslam dininde zorlama yoktur, kardeşlik ve hoşgörü vardır.
İşte yakın tarihimize baktığımızda, bu olgunun fazla kullanılması sonucu toplumda Ayrışmalara ve özellikle eğitim seviyesinin düşük olması nedeniyle kutuplaşmalara Varan olaylar yaşanmıştır. Ardından da hem dış menfaattar ülkelerin ve hem de içerideki bazı yandaşlarının veya siyasi irade karşıtlarının kışkırtmaları sonucu, kendinde bir hak ve vazife addeden askerin yönetimlere el koyması sonucu, Ülkemiz uzunca bir süre hak etmediği yöntemler ile yönetilmiştir. Ne acıdır ki, sonuçta Bir çok masum insanın idamı na mal olan bu yanlışlıklar sadece askerlerin değil, fazlasıyla siyasilerin en büyük günahı ve vebalidir.
Ülkemizde derbeder demokrasi, son askeri darbe ile doğmuş, ilk yıllarda cılız, yarı demokrat yarı lider sultası, ve son yıllarda da tam gelişmiş ne olduğu anlaşılamayan bir demokrasi (!) uygulamaları.
Burada hemen karşılaştırma yapmak ve yazımın başında belirttiğim görüşüme dönmek istiyorum.
1900 lü yılların demokrasileri – devletleri / ekonomileri, 2000 li yılların demokrasileri – devletleri / ekonomileri.
Sanayileşme devrinin başlaması ile, başta sanayileşmiş ve sömürgeci ülkelerde enerji kaynaklarına duyulan ihtiyaç, sonuçta kısaca yukarıda da değindiğim gibi 1. dünya savaşının çıkış ana nedenlerinden biri olmuş, ülkeler bölünmüş / parçalanmış – paylaşılmıştır. Daha sonra 2. dünya savaşının ardından da aynı olaylara benzer olaylar yaşanmasına karşın, zaman içinde sömürge ülkeler, sömürücü ülkelere karşın giderek bağımsızlıklarını kazanarak, sömürücü ülkelere ekonomik yönden de katkılarını kaldırınca, refah payları düşen bu ülkeler eski günlerinin arar olmuşlar ve yine eski alışkanlıkları, daha doğrusu emperyalizm gereği başka ülkelerde ekonomik edinimler elde etmek amacıyla, sömürgeciliğin yeni versiyonu böl / parçala – yönet sistemlerini
Yerleştirmeye çalışmaktadırlar. Bunu da genellikle “size demokrasi getireceğiz” söylemleri ile hayata geçirmeye çalışmaktadırlar. Ancak sözde demokrasi vaadinde bulunduklarına uyguladıkları savaş ve terör yöntemleri de giderek zayıflamaktadır.
Bu ülkelerin başını çeken İngiliz ve Fransızlar ile ABD nin durumu GSMH nın borç stoklarına oranı, bu ülkeler ve dünya ekonomisi için çok düşündürücüdür.
Sadece nüfusun çok büyük çoğunluğunun Müslüman olması nedeniyle, Türkiye ‘yi Tam üyeliğe almadıkları AB nin durumu da / sürecide kanaatimce sallantıda. ABD nin durumu da çok farklı değil. İşte bu ülkelerin 2000 li yıllardan sonra düştükleri durum. Aşağıdaki tabloda açıkça görülmektedir.
———————-
8önemli NOT: Buraya alıntı bir tablo eklemem gerekiyor du ancak sistem izin vermediğinden, hocam size gönderiyorum lütfen yazı sonuna veya ek bir sayfaya eklerseniz, okuyucular göreceklerdir.
———————–
Görüleceği üzere İngilizlerin 140, Fransızların % 80 oranın da borç stokları mevcut.
ABD nin ise % 100 oranında borç stokları var.
İrlanda, İspanya, Yunanistan ek Portekiz ‘in de durumu pek parlak değil. AB ülkelerinin en iyisi Almanya ve İtalya olarak gözlemlenmekte.
Şimdi bu bilgiler ışığında başa dönelim ve neden “ derbeder toplum” olmayalım
Sorusunu sorduğumuzda, dönen politik / ekonomik olayları göz önü aldığımızda
Cevap kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Toplum olarak eğitim / kültür seviyemizi yükseltmeliyiz, birbirimizin hak ve hukukuna saygılı olmalıyız, elimizdeki tüm varlıklarımızı korumak ve toplum yararına kullanmalıyız, ülkemizi bölmek isteyenler önce dinimiz ve sonra da dilimiz kanalıyla bizleri ayrıştırmaya çalışacaklardır. Dinimize kendimiz sahip çıkacağımız gibi, dilimizi de mutlak sahiplenmeliyiz. Yabancı kelimeleri kullanmamaya özen göstermeliyiz. CEO değil “ Genel müdür veya Yönetici ”, CV değil “ Özgeçmiş ” gibi ifadeleri kullanmalıyız.
Bu ülkenin resmi dili TÜRKÇE dir. Aramızdaki etnik köken ayrılığını körüklememeliyiz, birbirimizi sevip saymalı, başkalarının aramıza nifak sokmasına izin vermemeli ve bu ülke için çok çalışmalıyız. Çok zor şartlarda kurtarılan bu güzel vatanımızı ve “ SEDEF ÇİÇEĞİ “ gibi nazik demokrasimizi her zaman iyi kollayıp korumamız gerekmekte olduğu kanaatiyle.
Saygılarımla.
Hocam izin verirseniz “ KÖPRÜ “ öyküsünü tekrar ve “ SEDEF ÇİÇEĞİ “ öyküsünü
İliştirmek istiyorum. Bu öykülerden umarım güzel örnekler çıkacaktır. Bu günlerde bu örneklere ve öğütlere fazlasıyla ihtiyacımız var.
K Ö P R Ü
Bir zamanlar, birbirine bitişik iki çiftlikte yaşayan iki erkek kardeş vardı. Günlerden bir gün bu iki kardeş arasında bir anlaşmazlık baş gösterdi. İki kardeş arasında o zamana değin ilk kez görülen anlaşmazlık, giderek büyüdü ve kardeşler arasında ayrılığa neden oldu. İki kardeş, birbirlerine yalnızca küsmekle kalmadılar, yıllardır ortaklaşa kullandıkları tarım makinelerine değin sahip oldukları tüm araç gereçlerini ve mal varlıklarını da ayırdılar. Küçük bir yanlış anlama sonucu başlayan anlaşmazlığı izleyen ayrılık, giderek büyüyen bir uçuruma dönüştü ve en sonunda yerini karşılıklı kullanılan hoş olmayan sözlere bıraktı. Bunun arkasından da beklenenler oldu ve kardeşler arasında önce şiddetli bir kavga, sonra da ürkütücü bir sessizlik yaşanmaya başladı. Bir sabah, bu iki kardeşten büyüğünün kapısına bir usta geldi. Elinde büyük bir marangoz çantası vardı. Ev sahibinden geçici bir is istedi:
– Yapılacak ufak tefek bir işiniz varsa, size yardımcı olmak isterim dedi. Elimden hemen her iş gelir. Birkaç gün çalışırım, işi bitiririm, dedi.
Büyük kardeşin aklına o an bir “iş” geldi.
– Evet, sana göre bir işim var` dedi ve küçük kardeşinin çiftliğini işaret etti.
– Şu derenin karşısındaki çiftlik, komşumundur. Daha doğrusu, benim küçük kardeşime aittir o çiftlik. Geçen haftaya dek benim çiftliğimle onun çiftliği arasında bir otlak vardı. Sonra o, buldozeriyle oraya ırmak bendi yaptı ve şimdi aramızda, otlak yerine, çiftliklerimizi birbirinden ayıran bir dere var. İş isteyen adam, büyük kardeşin söylediklerini dikkatle dinledikten sonra sordu:
– Benden ne yapmamı istiyorsunuz? dedi.
Büyük kardeş önce kuskusunu, sonra da kararını açıkladı:
– Kardeşim bunu, bana acı vermek için yapmış olabilir, dedi.
– Fakat şimdi ben, onun yaptığından daha büyük bir şey yapacağım. Bunları söyledikten sonra adamı aldı, ahırların olduğu yere götürdü ve duvarın dibinde yığılı duran kütükleri gösterdi:
– Senden, bu kütükleri kullanarak, iki çiftlik arasında üç metre yükseklikte bir çit yapmanı istiyorum, dedi.
– Kaç gün çalışırsan çalış, nasıl yaparsan yap ama bana öyle bir çit yap ki, gözlerim kardeşimin çiftliğini artık görmek zorunda kalmasın. İş arayan usta, başını salladı:
– Sanırım durumu anladım, efendim, dedi.
– Şimdi bana çivilerin, kazma küreğin yerini gösterin ki hemen işime başlayayım. Büyük kardeş ustaya kazma, küreğin ve çivilerin olduğu yeri gösterdikten sonra, alışveriş yapmak için kasabaya gitti. Usta ise, tüm gün boyunca ölçerek, keserek, çivileyerek sıkı bir biçimde çalışmaya koyuldu. Aksam güneş batarken o işini bitirmiş, çiftlik sahibi büyük kardeş ise alışverişini tamamlamış, kasabadan dönüyordu. Çiftliğe gelir gelmez ustanın yaptıklarına baktı ve şaşkınlıktan gözleri, yuvalarından fırlayacakmış gibi açıldı. Karşısında, yapılmasını istediği çit yoktu ama, derenin bir yakasından öteki yakasına uzanan görkemli bir köprü vardı. Biri kendi çiftliğinin toprağına, öteki küçük kardeşinin çiftliğinin toprağına oturtulmuş sağlam iki ayak üzerinde, yanlarındaki korkuluklarına varıncaya dek tüm ayrıntılarıyla yapılmış ve tam anlamıyla “usta işi” denilecek kusursuzlukta bir köprü uzanıyordu. Büyük kardeş, hâlâ geçmeyen şaşkınlığıyla bu köprüyü seyrederken, karşıdan birinin geldiğini gördü. Dikkatle baktığında gelen kişinin, komşusu, yani küçük kardeşi olduğunu anladı. Kardeşi, kollarını iki yana açmış olarak köprünün karşı ucundan kendisine doğru yürüyordu.
– Benim sana karşı yaptığım bunca haksızlığa ve söylediğim bunca kötü sözlere karşın sen, bu köprüyü yaptırarak ne denli iyi ve ne denli büyük bir insan olduğunu gösterdin, dedi ağabeyine.
– Şimdi bir büyüklük daha yap ve sen de kollarını açarak bana gel… Köprünün iki ucundan ortaya doğru yürüyen kardeşler, köprünün ortasında bir araya geldiler ve özlemle kucaklaştılar. Büyük kardeş bir ara arkasına baktığında, çantasını toplayıp, oradan ayrılmakta olan ustayı gördü.
– Gitme, dur, bekle, diye seslendi ona.
– Sana yaptıracağım birkaç iş daha var, çiftliğimde…
Usta gülümsedi;
– Ben buradaki işimi tamamladım, gitmem gerek, dedi ve ekledi:
– Yapmam gereken daha çok köprü var.
Köprüleri kurabilecek gücünüz hiç eksik olmasın, Köprüleri kurduktan sonra da, yıkılmaması için sık sık bakımını yapın, yani sevdiklerinize zaman ayırın, o köprü yoluyla sık sık gönüllerini ziyaret edin.
SEDEF ÇiÇEGi
Mahkeme salonunda, seksenlerindeki yaşlı çiftin durumu içler acısıydı. Adam inatçı bakışlarla suskun, Nine’nin ağlamaktan iyice çukurlaşmış gözleri ve keskin çizgileriyle bıkkın bakışları süzüyordu etrafını…
Ve Hakimin tokmak sesiyle sustu uğultu ve tok sesiyle, sözü yaşlı
kadına verdi, hakim…
-Anlat teyze neden boşanmak istiyorsun…?
Yaşlı kadın derin bir nefes çektikten sonra baş örtüsüyle ağzını aralayıp, kısılmış sesiyle konuşmaya başladı…
-Bu herif yetti gari, 50 yıldır bezdirdi hayattan…
Sonra uzunca bir sessizlik hakim oldu mahkeme salonunda… Sessizlik bu tür haberleri her gün manşet yapan gazetecilerden birinin flaşıyla bozuldu, kimbilir nasıl bir manşet atacaklardı, yaşanmış 50 yılın ardından… Çok sayıda gazeteci izliyordu davayı, kadın neler diyecekti ? Herkes onu dinliyordu.. Yaşlı kadının gözleri doldu… Ve devam etti…
-Bizim bir sedef çiçeği vardı, çok sevdiğim… O bilmez…50 yıl önceydi… O çiçeği bana verdiği çiçeklerin arasından kopardığım bir yaprağı tohumlamıştım, öyle büyüttüm… Yavrumuz olmadı, onları yavrum bildim… Bir süre sonra çiçek kurumaya başladı.
O zaman adak adadım… Her gece güneş açmadan önce bir tas suyla suluyacağım onu diye… İyi gelirmiş dedilerdi… 50 yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp bir kere de bu çiçeği ben suluyayım demedi… Ta ki geçen geceye kadar… O gece takatim kesilmiş… Uyuyakalmışım… Ben böyle bir adamla 50 yıl geçirdim… Hayatımı, umudumu her şeyimi verdim… Ondan hiçbir şey göremedim.. Bir kerecik olsun, benim bildiğim görevlerden birisini yapmasını bekledim… Onsuz daha iyiyim, yemin ederim.
Hakim, yaşlı adama dönerek ;
-Diyeceğin bir şey var mı baba !? dedi.
Yaşlı adam bastonla zor yürüdüğü kürsüye, o ana kadar suçlanmış olmanın utangaçlığını hissettiren yüz ifadesiyle hakime yöneldi.
-Askerliğimi, reisicumhur köşkünde bahçıvan olarak yaptım, o bahçenin görkemli görünümüyle büyümesi için emeklerimi verdim… Fadime mi de orada tanıdım…
Sedefleri de… Ona en güzel çiçeklerden buketler verdim… Onun çiçeklerle doludur bahçesi… Kokusuna taptığım perişan eder yüreğimi… İlk Evlendiğimiz günlerin
birinde boyun ağrısından onu hekime götürdüm… Hekim çok uzun süre uyanmadan yatarsa boynundaki kireç sertleşir, kötüleşir dedi… Her gece uykusunu bölüp, uyansın, gezinsin dedi… Hekimi pek dinlemedi, bizim hatun… lafım geçmedi… O günlerde tesadüf bu çiçek kurudu… Ben ona gece sularsan geçer dedim..Adak dilettim… Her gece onu uyandırdım. Ve onu seyrettim… O sevdiğim kadının yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim… Her gece o çiçek ben oldum… Sanki… Ona bu yüzden tapabilirdim…
dedi adam o yaştaki bir adamdan beklenmeyecek ifadelerle…
-Her gece O yattıktan sonra uyandım… Saksıdaki suyu boşalttım… Sedef gece sulanmayı sevmez, hakim bey… Geçen gece de… Yaşlılık… Ben de uyanamadım.. Uyandıramadım… Çiçek susuz kalırdı amma , kadınımın boynu yine azabilirdi…
Suçlandım… Sesimi çıkartamadım…
O anda mahkeme salonundaki herkes ağlıyordu…
Sevgiyle kalın…
-Alıntı-